×
KÜLTÜR
21.12.2022
Çeviri: UĞUR ALTUNTAŞ

ANALİZ

Demokrasiyi Bozan Nedir? - I

Ekonomik ve finansal ilişkilerin uluslararası hale gelmesi ulus-devletin otoritesini azalttı ve bu durum günümüzdeki küresel krizlerin oluşmasını sağlayan koşulları yarattı.
BATI DEMOKRASİLERİNİ kuşatan işlevsizliği nasıl anlayabiliriz? Meslektaşlarım Gary Gerstle ve Helen Thompson Cambridge Üniversitesi’nde aynı akademik ortamı paylaşıyorlar ve yeni çıkardıkları kitapları bu soruya yanıt arıyor. Demokratik kapitalizmin dengesizlik yaratan dinamiklerine dair derin yorumlamalar sunarak bu soruyu çok farklı ancak tamamlayıcı bazı yollarla araştırıyorlar. Birlikte ele alındığında Gerstle’ın Neoliberal Order çalışması ile gösterdiği “düzenin dağılma durumu”nun, Thompson’ın analiz ettiği düzensizliği nasıl körüklediği açıkça görülüyor.

İki kitap arasındaki zıtlık, yazarların akademik geçmişlerinde aranmalı. Siyasi düşünce, ideolojiler ve kültür tarihi üzerine çalışan Gerstle, Amerikan bakış açısını merkeze alan bir yazım benimsiyor. The Rise and Fall of the Neoliberal Order: America and the World in the Free Market Era çalışmasında, başlangıçta radikal bulunan siyasi programların, karşı çıkanların da zamanla o programları kabul etmesiyle nasıl kapsamlı “düzenler”e dönüşebildiğinin ve kurumsallaşabildiğinin izlerini sürüyor. Yıllar önce, tam da Gerstle’ın tezine uygun olarak, Cumhuriyetçi Eisenhower yönetiminin Demokrat Roosevelt yönetimi tarafından geliştirilen merkezi kurumsal reformları yürürlükten kaldırmak yerine sürdürmeyi seçmesi New Deal Düzeni olarak adlandırılabilecek bir sisteme kapı aralamıştı.

Yine benzer şekilde, sağlık reformu yoluyla New Deal Düzeni’ni yeniden hayata geçirme konusundaki başarısız girişiminin ardından Clinton yönetimi, Reagan Devrimi’nin liberal ekonomik pazar anlayışını benimsemişti. Böylelikle Neoliberal Düzen, 2001 sonrası “ebedi savaşlar” ve 2008 Finansal Krizi’nin yarattığı ekonomik çöküşe kadar hayatta kalmıştı. Gerstle, Donald Trump'ın etno-popülist çekiciliğini, uzun süredir ABD’yi ırksal sorunlar ve kaçınılmaz iklim değişikliği tehdidi karşısında kutuplaştıran ve felç eden Neoliberal Düzenin tükenişinin bir işareti olarak okuyor. 

Thompson’ın bakış açısı ise Avrasyacıdır ve  Disorder: Hard Times in the 21st Century başlıklı çalışmasında enerji jeopolitiğinin ayrıntılı bir analizini yapmakta. Yirminci yüzyılın başında petrol, kömürün yerini almaya başladığında enerjinin ekonomi politiği uluslararası bir hale bürünmeye başlamış ve petrole erişimin güvence altına alınması, çoğu ülke adına temel bir öncelik halini almıştır. Thompson öngörülü bir şekilde, varoluşsal olarak önce Sovyet ve ardından Rus petrol ve gazına bağımlı olmayı seçen Almanya’ya odaklanır. Dikkat çekici bir şekilde çalışmasını Rusya’nın Ukrayna işgalinden hemen önce tamamlamıştır.

Analizini ulusötesi enerji akışları ve bunların finansman etkileşimine dayandıran Thompson, ekonomik ve finansal ilişkilerin uluslararası hale gelmesinin, ulus-devletin otoritesini azalttığını ve günümüzdeki küresel krizlerin oluşmasını sağlayan koşulları yarattığını savunuyor. Thompson, demokrasinin (hem kavram hem de kurumsallaşmış sistem olarak) ulus-devlet çerçevesinde nasıl ortaya çıktığının izlerini takip ederek, zayıflayan ulusal otorite ile bugün sarsılışına şahit olduğumuz demokratik meşruiyet arasında ikna edici bir bağlantı kuruyor.

New Deal Düzeni’nin Yükselişi ve Düşüşü

Gerstle’ın kısa ama aydınlatıcı anlatımına göre, Franklin D. Roosevelt’in New Deal yaklaşımı, Büyük Buhran’ın laissez-faire ekonomisinin siyasi uygulanabilirliğini tasfiye etmesinden sonra ortaya çıkan boşluğu doldurmuştur. Roosevelt, yalnızca demokratik kurumları sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda istikrarsız ekonomi ve finansal piyasaları desteklemek için de devlet gücünü seferber etmiştir. Böylelikle tüm Amerikalılar için asgari düzeyde ekonomik ve finansal güvenliği sağlamak üzere kamu sektörünü genişletirken, özel sektörün karlılığını da canladırmayı hedeflemiştir.

Gerstle, Roosevelt’in kitlesel işsizliğe yanıt olarak borçla finanse edilen kamu işlerini devreye soktuğunda “yerel” bir Keynesçiliği benimsediğini öne sürer. New Deal, Gerstle’ın idafesiyle, kısa sürede “temel ideolojik ilkelerini siyasi duruma aşılamayı” başarmıştır. Gerstle, Roosevelt’in 12 yıllık başkanlığından ve savaştaki zaferinden sonra ABD’nin ekonomik ve mali hakimiyetini de vurgular. Eisenhower’ın da takdir ettiği üzere savaş sonrası onlarca yıl boyunca yükselen yaşam standartları, New Deal’ı feshetmek için sergilenecek herhangi bir girişimi son derece zorlaştırmıştı.

Başkan Lyndon B. Johnson da dış politika anlayışında Roosevelt yaklaşımına benzer dinamikleri takip etmeye önem vermişti. Ancak Johnson’ın, Roosevelt’in Hitler’e karşı koyma kararlılığı ile kendisinin Komünistlere (onların Güney Vietnam’ı ele geçirme tehdidine) karşı koyma politikası arasında kurduğu yanlış analoji, büyük bir trajedi ile sonuçlanacaktı. Vietnam’da on yıl süren gerginlik, Amerikan şehirlerinde yaşanan isyanlar, 1971’de dolara dayalı uluslararası mali düzenin çöküşü, 1973 OPEC petrol şoku ve travmatik stagflasyonun başlangıcı ile birlikte New Deal Düzeni kısa sürede bir harabe halini aldı.

Gerstle yine de bazı önemli New Deal kurumlarının hala hayatta kaldığını ve bu kurumların kapitalizmin ortaya çıkardığı aşırı eşitsizliği hafifleten bir tarafı olduğunu bize hatırlatıyor. Ancak yirminci yüzyıl iktisatçısı Hyman Minsky’nin gözlemlediği üzere, New Deal’ın en istikrarlı mirası bizzat Büyük Devlet (müdahaleci) kurumunun kendisidir. II. Dünya Savaşı ile başlayan ve Soğuk Savaş döneminde sürdürülen refah devleti-savaş devleti birleşimiyle federal hükumet ulusal ekonominin yaklaşık %20’sini (1929’da %2) temsil etmeye başladı. Bu, özel yatırımlardaki dalgalanmaları bir noktaya kadar dengeleyebilecek kadar yüksek bir orandı. Neoliberal Düzen ortaya çıktığında dahi, onun deregülasyon ve özelleştirme programı, Büyük Devletin ekonomik istikrar sağlayıcı karakteriyle önemli ölçüde güvence altına alındı.

Yeni-Eski Liberalizm

Gerstle’ın neoliberalizmin yükselişine ilişkin açıklaması, klasik, laissez-faire liberalizminin destekçileri arasındandaki kritik tartışmalarla başlar. Bu tartışmaların merkezinde Roosevelt’in, liberalizmi kendi müdahaleci girişimlerini karakterize etmek üzere kullanmasıyla nasıl başa çıkılacağı sorusu vardır. Neoliberalizmdeki “neo”, onu New Deal liberalizminden ayırmak için gerekliydi. Fakat neoliberalizmle iddia edilen hedef, klasik liberalizm ile benzerdi: “Ütopik kişisel özgürlük vaadi”ni gerçekleştirmek. Böylece neoliberalizm, aşırı genişlemiş idari devlete yönelik bir saldırıyla başladı. Ancak Gerstle'nin de gösterdiği gibi, bu saldırı aslında Demokrat bir başkan olan Jimmy Carter tarafından başlatıldı.

Neoliberalizmin iç gündemi, kamu kurumlarını inşa etmek yerine küçültmek ile ilgiliydi. Mali piyasadaki deregülasyon, ekonomik hayatın altında yatan nakit akışları üzerindeki yükümlülüklerin benzeri görülmemiş bir şekilde kaldırılmasına neden oldu. İşçi sendikalarına yönelik desteğin geri çekilmesi, çoğu işçi için gerçek (enflasyona göre düzeltilmiş) gelir artışının baskılanmasına yol açtı. Her iki değişiklik de servet ve gelir eşitsizliğinde Buhran öncesi seyirlere geri dönüşe işaret eden artışları körükledi. 

Tüm bunların yanında Gerstle çalışmasında, neoliberalizmin, Bill Clinton’ın onun temel ilkelerini benimsemesiyle birlikte nasıl bir “düzen” haline geldiğine dair ikna edici açıklamalar sunuyor. ”Bildiğimiz şekliyle refahı” sona erdiren ve Washington DC’de mali disiplini aşılayan Clinton’dı. Demokrat Parti’nin değişimi, Clinton’ın Hazine Bakanı, eski Goldman Sachs Eş Başkanı Robert Rubin tarafından açık hale getirildi. Rubin’in gözetiminde ABD, finans endüstrisini kuralsızlaştırdı ve Wall Street, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başındaki dot-com balonuyla şöhretinin hakkını verdi.

Clinton yönetimi ayrıca, 1994 Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması ve Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinin savunulması yoluyla Neoliberal Düzenin uluslararasılaşmasına yardımcı oldu. Dahası 1990’larda Washington Konsensüsü (serbest piyasa ve mali açıdan kısıtlanmış devlet), gelişen ve gelişmekte olan ekonomilerin uyması beklenen yerleşik doktrin haline geldi.

1990’ların ve 2000’lerin ikinci büyük küreselleşme hareketi, Birinci Dünya Savaşı ve Büyük Buhran tarafından ortadan kaldırılmadan önce, yirminci yüzyılın başında zirveye ulaşan ilk büyük küreselleşme hareketinin de ölçeğini aştı. Ancak ABD’de küreselleşen işgücü piyasaları, Amerikalı işçileri hem doğrudan hem de dolaylı olarak aşırı rekabete maruz bırakıyordu. Neoliberalizmin talep ve buyrukları hükümeti kendi seçmenlerini koruma yeteneğinden mahrum bırakmıştı.

Tüm bu etkileyici anlatının yanında Gerstle’ın çalışmasında eksik olan önemli bir unsur, neoliberalizmin programını rasyonalize etmek için ekonomik ideolojinin ele alınması meselesiydi. 1980’e gelindiğinde hemen hemen tüm siyasi görüşten iktisatçılar, ekonomik sonuçlar tam rekabeti temsil etmeye yaklaştığında, politika yapıcıların kaynakları etkin şekilde dağıtan bir kurum olarak “piyasaya” saygı duymak zorunda kalacaklarını düşünüyorlardı. Bu her zaman olağanüstü derecede iddialı ve gerçeğe aykırı “olsa dahi”, Chicago Üniversitesi ile ilişkili iktisatçılar bu tür hayali koşulların gerçek olduğunu varsayan politika önerilerini öne sürmekten çekinmediler. 

Ancak Neoliberal Düzen’in gerçek kavrayışı, finansal piyasaları düzenlemeden, ekonomiyi kurtarma projesini hayata geçiren Rubin ve onunla benzer düşünen Demokrat iktisatçılar tarafından net bir şekilde ortaya kondu. Onların çabaları, 2008 kriziyle zirve noktasına ulaşan türev menkul kıymetler piyasasının patlamasına zemin oluşturdu. Neyse ki, Büyük Devlet, patlamanın oluşturduğu kalıntıları kontrol altına alabilecek ve başka bir Büyük Buhran’ı engelleyerek sadece bir Büyük Durgunluk yaşanmasını sağlayacak kadar büyük durumdaydı.


Project Syndicate sitesinde 16 Eylül 2022 tarihinde “What’s Breaking Democracy?” başlığıyla yayımlanan yazının ilk kısmını Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.