×
TÜRKİYE

ANALİZ

İktidar, Anayasal Yargı ve Zamanın Ruhu: Anayasa Mahkemeleri Neye Yarar?

Dahası sivil ve demokratik siyasetlerde anayasa yargısının klasik konum ve işlevini değiştirmek, daraltmak topluma ve siyasete ne kazandırır?
A NAYASA MAHKEMESİ SON aylarda Türkiye siyasetinin gündeminde. Verdiği kararlarla özellikle iktidar kanadının eleştiri oklarını üzerine çekmiş vaziyette. Önce İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun eleştirileriyle gündeme geldi mahkeme. Bakan Soylu, mahkemenin “güvenlik soruşturmalarının kaldırılması” ve “şehirler arası karayollarında gösteri yürüyüşü”yle ilgili kararlarına yönelik eleştirilerde bulundu. “Bizim Anayasa Mahkemesi, AİHM’in şubesi midir? Nedir bu batıcılık hayranlığı?” şeklinde sert ifadelerle eleştirdi Anayasa Mahkemesi’ni.

Ardından Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin kritik açıklaması geldi. Bahçeli, “darbe dönemlerinin ürünü ve mirası” olarak işaretlediği Anayasa Mahkemesi’nin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne uygun şekilde yeniden yapılandırılması gerektiği” yönünde bir açıklamada bulundu.

Derken siyaset zemininde yükselen bu eleştirel yaklaşımların ötesinde, doğrudan yargı zemininden bir karşı duruş geldi. Yerel bir mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin ülkede en üst hukuk organı olarak ve oy birliğiyle verdiği bir “hak ihlali ve yeniden yargılama” kararını tanımadı. Ve sonuçta Anayasa Mahkemesi’nin siyasi sistem içerisindeki yeri, konumu, işlevi yeniden tartışma konusu haline geldi.

Peki tarihi ve toplumsal olarak anayasa yargısı fikri nereden doğmuştur? Modern siyaset içerisinde neden böyle bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur? Anayasa mahkemeleri ne işe yarar? Demokratik siyasetlerde anayasa yargısının üstlendiği işlev nedir? Bu konuda küresel tecrübe ve Türkiye birikimi ne anlatmaktadır? Sivil ve demokratik siyasetlerde anayasa yargısının klasik konum ve işlevini değiştirmek, dönüştürmek, daraltmak topluma ve siyasete ne kazandırır?

Anayasa Yargısı Fikri: Ulus Devlet, Ulusal Egemenlik ve İktidar

Siyaset ve iktidar alanının anayasal denetimi olarak anayasa yargısı (mahkeme) fikri, siyaset ve devlet iktidarının anayasal bir metin etrafında tasarımı ve bu tasarıma göre işleyişinin takip edilmesi düşüncesine yaslanır. Bu haliyle anayasa mahkemesi fikrinin gelişimi, imparatorluklar, monarşiler çözülürken onların yerine modern ulus devlet formlarının kurulmaya başladığı dolayısıyla modern siyasetin gelişme eğilimi gösterdiği modern zamanlara tekabül eder. Modern ulus devlet, egemenlik yetkilerinin, başka bir ifadeyle devlet iktidarının, bir anayasa metni üzerinde, belli erkler arasında dağıtılması, bölünmesi ve ardından bu devlet erkleri arasındaki güç ve yetki kullanımlarının söz konusu anayasal metne uygunluk bakımından denetlenmesi mantığı etrafında bir gelişim seyri izledi.

Geriye dönüp bakıldığında, ulus devlet süreçlerinde temel mesele, ulusal egemenliğin nasıl kurumsallaştırılacağı; ulusal egemenliğe yaslanan bir devlet aygıtının nasıl tasarlanacağı, sınırlandırılacağı ve işletileceğiyle ilgiliydi. Başka bir ifadeyle modern devlet aygıtı içerisinde iktidar ilişkilerinin, egemenlik yetkilerinin nasıl tanımlanacağı ama aynı zamanda nasıl dengeleneceğiyle bağlantılıydı. Hadi daha kestirmeden belirtelim: Ulus devlet süreçlerinde ana eşik, devlet - toplum ilişkilerinin imparatorluklardan, monarşilerden farklı olarak “ulus iradesi”, “çoğunluk tercihi” temelinde nasıl kurulacağı; devlet iktidarının nasıl ehlileştirileceğiyle irtibatlıydı. Bunun için geliştirilen iki çözüm, anayasa ve kuvvetler ayrılığı modelinin gelişimi oldu. Anayasa, ulusal egemenliği (genel iradeyi / millet iradesini) kurumsal bir çerçeveye kavuşturan kurucu (ortak / üst) bir metin ve sözleşme olarak toplumlara devlet iktidarını çerçevelendirme, kayıt altına alma imkanı sunmaktaydı. Kuvvetler ayrılığı modeli ise iktidar yetkilerini belli erkler arasında bölerek bu iktidar erkleri arasında karşılıklı bir güç dengesinin oluşturulmasına olanak vermekteydi. Böylece ulusal egemenliğin taşıyıcısı olan devlet iktidarının bir taraftan dikey olarak federal ve federe devletler (federasyon modeli); diğer taraftan da yatay olarak yasama ve yürütme şeklinde birbirinden ayrılmasına dayalı bir süreç gelişti. Böylelikle devlet iktidarının, yetki bölüşümü ve karşılıklı güç dengesi etrafında dizayn edilmesi yönünde bir seyir oluştu. Burada temel hedef, devlet iktidarını yetki / fonksiyon olarak “merkezi – yerel yapılar” ve “yasama – yürütme organları” etrafında ayrıştırıp bunları yetki bölüşümüne dayalı bir güç dengesi içerisine yerleştirerek devlet – toplum ilişkilerini “mutlak bir yönetim” yerine “sınırlı yetkili bir yönetim” etrafında kurumsallaştırmaktı. 

Ulus devlet nosyonu içerisinde anayasa ve kuvvetler ayrılığı temelinde biçimlenen bu iktidar ilişkileri zamanla erkler arası yetki aşımını önleyecek bir hakem kurumun, güç bölüşümüne uyulup uyulmadığını takip edecek bir garantör organın varlığını gerekli kıldı. İşte modern ulus devlet sürecinde anayasa yargısı tam da bu noktada, söz konusu garantör kurum arayışı içerisinde ortaya çıktı. Kurum, erkler arası yetki kullanımına ve güç bölüşümüne hakemlik ederek devlet iktidarının, anayasal normlar etrafında sınırlandırılmasına ve denetimine katkı vermiş olacaktı.

Neden Anayasa Yargısı: Amerika ve Avrupa Tecrübesi

Temel fonksiyonu kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek suretiyle kuvvetler arası yetki bölüşümünü kontrol etmek, yetki kullanımını sınırlandırmak olan anayasa yargısı ilk olarak 1803 yılında Yüksek Mahkeme’nin Marbury ve Madison davasında aldığı kritik kararla Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıktı. Kıta Avrupa’sındaki ilk örneği ise 1920 Avusturya Anayasası’ydı. 

20. yüzyıl Kıta Avrupa’sı için anayasa yargısı, aslında Avusturya, Çekoslavakya, İspanya gibi birkaç sınırlı ve kısa ömürlü uygulama dışında uzun yıllar “yabancı ve fantastik bir kurum” olarak kaldı. Fakat iki savaş arasında, devlet iktidarının keyfî kullanımı ve ulusal egemenliğin manipülasyonu bağlamında ortaya çıkan otoriter rejimler, uzun yıllar yaşanan ağır toplumsal tecrübeler, İkinci Dünya Savaşı sonrası Kıta Avrupa’sında anayasa yargısını yıldızı giderek parlayan şöhretli bir kurum haline getirdi. Anayasa yargısına şöhret kapılarının aralanmasında kuşkusuz, savaş sonrası bölgede yeni demokrasi dalgası ve insan hakları arayışlarının tarihi bir rol üstlendiğini söylemek mümkün. Bu dönemde yükselen yeni demokratikleşme süreci ve insan hakları normu, çapraz bir etkiyle bir yandan devlet aygıtının (bu aygıtı kullanan çoğunluk iktidarının) sınırlandırılması taleplerini; diğer yandan federal - bölgesel yönetimlerin yaygınlaşması sürecini hayati bir gündem haline dönüştürdü. Bu noktada hem devlet otoritesinin vatandaşlık hakları etrafında sınırlandırılması ve siyasi iktidarın toplum lehine denetlenmesi hem de federal - bölgesel yönetimler arasında yetki aşımının dengelenmesi süreçleri anayasa mahkemelerini zorunlu ve fonksiyonel kurumlar haline getirdi.

Bu doğrultuda savaş sonrasında önce İtalya’da 1947 Anayasası’nda, ardından Almanya’da 1949 Anayasası’nda anayasa mahkemesine yer verildi. Fransa’da 1958 Anayasası’nda anayasa yargısı yer buldu. İlerleyen yıllarda Yunanistan, Portekiz, İspanya, Polonya gibi pek çok Avrupa ülkesinde anayasa yargısına geçildi.
Bu süreç etrafında Kıta Avrupa’sında anayasa yargısı, devletin tüm organlarının hukuka uygunluğunu denetlemeyi, çoğunluk iktidarı tarafından kullanılan devlet otoritesinin keyfî tasarruflarını önleyerek vatandaşların temel haklarını korumayı önceleyen kritik kurumlar olarak siyasi sistem içerisindeki yerini aldı.

Türkiye ve Anayasa Yargısı

Ulus devlet yapısını Cumhuriyet dönemi tek parti rejimiyle tecrübe etmeye başlayan Türkiye’de devlet iktidarı, 1921 Anayasası ve devamında 1924 Anayasası’nda tanımlanan kuvvetler birliği ilkesine dayalı meclis hükümeti modeli etrafında şekillendi, işledi. Bu durum, devlet iktidarı “anayasal” olarak çerçevelendirilse ve kayıt altına alınsa da onun dengelenmediği, sınırlandırılmadığı, denetlenmediği bir siyasi yapıyı ifade etmekteydi. Devlet iktidarını sınırlı, dengeli ve denetlenebilir bir yapıya dönüştürme bağlamında kuvvetler ayrılığı ve anayasa yargısı fikri, çok partili dönemle birlikte tartışılmaya başladı.

Türkiye’de bir anayasal yargı kurumu olarak Anayasa Mahkemesi, 1960 askeri darbesini izleyen süreçte, askeri-sivil bürokrasi tarafından yürürlüğe konan 1961 Anayasası ile siyaset yapısına dahil oldu. Ne var ki 1961 Anayasası ve onun halefi olan 1982 Anayasası ile Türkiye siyaset sistemi devlet – toplum karşıtlığı ve “devlet iktidarı – parlamento iktidarı” ayrımına dayalı düalist bir iktidar yapısı etrafında şekillendi. Askeri-sivil bürokrasi de devlet iktidarının sahibi olarak sistemin merkezine konumlandı. 

Sistemin bu askeri-sivil bürokrasi merkezli yapısı, Türkiye siyasetinde Anayasa Mahkemesi’nin konum ve fonksiyonunu da belirlemiş oldu. Bu yapı içerisinde Anayasa Mahkemesi, devlet iktidarı tarafına konumlanarak ve devlet iktidarının bir bileşeni olarak parlamento iktidarını kontrol edecekti. Başka bir ifadeyle üyeleri arasında askeri yargıçların da bulunduğu Anayasa Mahkemesi, devlet iktidarı adına (devletin merkezine konuşlanan askeri-sivil bürokrasi adına), sivil siyaseti, onun üzerinden toplumu, parlamento iktidarını denetleyen ve yönlendiren otoriter bir rol üstlenecekti. Ve öyle de oldu. Anayasa Mahkemesi 2000’li yılların sonuna kadar Türkiye’de askeri-sivil bürokrasi merkezli devleti ve rejimi koruyup kollama hedefiyle, siyaset ve iktidar alanını kontrol eden, devlete karşı bireysel özgürlükleri umursamayan bir kurum olarak varlık gösterdi. 

Diğer yandan 2000’li - 2010’lu yıllarda Türkiye siyaseti, yapılan anayasal ve yasal değişiklikler etrafında yapısal bir dönüşüm süreci yaşadı. Bu süreç etrafında sistemin devlet – toplum karşıtlığı ve “devlet iktidarı – parlamento iktidarı” ayrımına dayalı düalist iktidar yapısı sona erdi. Sistemin askeri-sivil bürokrasi merkezli yapısı dönüştürülerek siyaset ve iktidar alanı sivilleştirildi, toplumsal bir nitelik edindi. Devlet iktidarı, sivil siyaset kurumları ve siyasi partiler etrafında yeniden tasarlandı. Seçilmiş siyasetçiler ve siyasi partiler, siyaset ve iktidar alanının ana aktörleri; “millet iradesi” siyasi sistemin ana dinamiği; çoğunluk iktidarı devlet yönetiminin temel unsuru haline geldi. Ayrıca “temel hak ve özgürlükler”in, yönetim süreçleri açısından önemli birer meşruiyet normu olarak güç kazandığını söylemek mümkün. 

Sonuçta sistemin bu sivil siyaset merkezli yeni yapısı, 2010’lar itibariyle Türkiye siyasetinde Anayasa Mahkemesi’nin konum ve fonksiyonunu da dönüştürmüş oldu. Seçilmiş siyasetçilerin atamasıyla oluşturulan Anayasa Mahkemesi, temel hak ve özgürlükler etraflı bir kurumsal konum ve işlev üstlendi. Milli irade ve çoğunluk iktidarına dayalı yeni siyaset ve devlet yapısı içerisinde, devletin tüm organlarının hukuka uygunluğunu denetleyen bir işlevle öne çıktı. Bu şekliyle sistem içerisine, özgürlük alanlarını devlet otoritesinin tasarruflarına karşı teminat altına almayı; dolayısıyla devlet otoritesini, vatandaşlık haklarının korunması önceliğiyle sınırlandırmayı hedefleyen bir kurum olarak konumlandı.

İşte bu siyasi ortamda Türkiye’de “milli irade” ve “çoğunluk oyu”na yaslanan siyasi iktidar kurumu ile “temel özgürlükler normu”na referansta bulunan Anayasa Mahkemesi, mahkemenin aldığı çeşitli kararlar üzerinden karşı karşıya gelmeye başladı. İktidar kanadı, son dönemde mahkemenin siyaset ve yönetim süreçlerini sınırlandırıcı yaklaşımından duyduğu memnuniyetsizliği izhar ediyor. Mahkemenin, mevcut siyasi sistemin ruhuna uygun davranmadığına dair bir itirazı dile getiriyor.  

Kritik Soru ve Final

Bu noktada kritik soru şu: Millet iradesi ve çoğunluk oyuna yaslanan bir siyasi iktidar, temel haklar bağlamında bir anayasal yargı kurumu tarafından denetlenebilir mi, denetlenmeli mi? Buna gerek var mı? Ya da ne gerek var?

Eğer iktidar ve devlet kurumunun, herhangi bir demokratik ve anayasal denetim mekanizması olmaksızın her zaman, her koşulda rasyonel, kontrollü, şeffaf, ölçülü, temel haklara duyarlı, hatasız bir yönetim ve güç performansı sergileyebileceği yönünde iyimser bir iktidar tasavvurumuz varsa, bu soruya verilecek cevap, tabii ki “olumsuz” olarak şekillenir: Hayır! Zira bu iyimser tasavvura göre, millet iradesine yaslanarak her şeyi her zaman en doğru şekilde karara bağlayan, herhangi bir konuda herhangi bir hata yapması doğası itibariyle düşünülemeyen iktidar ve devlet aygıtının kurumsal düzeyde denetimine ihtiyaç duyulmayacaktır. 
Ancak ne insanlığın yüz yılları aşan tarihsel tecrübesi ne de insanlık tarihinin düşünsel birikimi, iktidar ve devlet aygıtına ilişkin böyle iyimser bir gerçeklik tablosu fısıldamıyor bize. Gücün her daim kendisine, etrafına, insani ve toplumsal ilişkilere zarar verebilecek bozucu bir doğasının olduğuna dair yüzyılları aşan bir insanlık tecrübesi ve birikimi var; efsanelerden, tarihi vesikalardan ve siyasi teorilerden bize ulaşan.

İşte bu tarihi ve düşünsel insanlık birikimi etrafında, modern zamanlarda kuvvetler ayrılığı ve anayasanın/hukukun üstünlüğü gibi ilkeler yanında anayasa yargısı da devlet iktidarının hukuki normlara bağlılığını temin etmek ve vatandaşların temel haklarını teminat altına almak üzere siyaset sahnesindeki yerini aldı.

Türkiye’de ilk etapta siyaset ve toplum iradesinin bürokratik devlet yapısı adına denetimi işlevini üstlenen Anayasa Mahkemesi, 2010’lar itibariyle devlet aygıtı ve siyasi iktidarın özellikle temel haklar bağlamında denetlenmesi fonksiyonuyla ortaya çıktı. Mahkemenin, bu fonksiyonuyla hem devlet - toplum ilişkilerini hem de sosyal gruplar arası iktidar ilişkilerini (demokratik siyaset, çoğulcu rekabet ve hukukun üstünlüğü bağlamında) dengeleyici bir rol üstlendiği söylenebilir. Dolayısıyla onun bu işlevinin iktidar kurumu lehine dönüştürülmesi ya da daraltılması, (somut siyasi isimlerden ve partilerden bağımsız olarak), siyaset ve iktidar kurumunun toplumsal alanı yönlendirme, sınırlandırma kapasitesini genişleten bir etki oluşturabilir. 

Bu durumsa siyaset ile toplum arasındaki “katılım ve iktidar mesafesi”ni artırabileceği gibi etkileşim süreçlerinde iktidar alanının gücünü pekiştirebilir. Ayrıca siyaset ve toplum alanında sosyal gruplar arası siyasal cemaatleşmeyi ve kutuplaşmayı besleyerek, ülke enerjisinin grupsal ayrışmalara harcanmasına zemin sunabilir. Halbuki ihtiyacımız olan şey, toplumsal olarak ayrışmak değil; yeni siyaset koşullarımız altında, ideolojik pedagojilerden, ikircikli tutumlardan ve şiddetten uzak, kurumsal olarak kuşatıcı bir “siyasal merkez” inşa edebilmek.

ŞÜKRÜ MUTLU KARAKOÇ

Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’de, yüksek lisansını İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yaptı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasi sistemler, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyaseti ve muhafazakar siyaset konularıyla ilgileniyor.