×
EKONOMİ

ANALİZ

Koronavirüs Salgının Küresel Ekonomi Hakkında Bize Öğrettikleri

Bu salgın ile birlikte ülkelerin daha korumacı, kendine yetebilen modeller üzerine yoğunlaşacağını tahmin etmek zor değildir.
BUNDAN YAKLAŞIK iki bin yıl önce, M.S. 19 yılında, şu anki Çin sınırları içinde, günümüzdeki Wuhan şehrine yakın bir bölgede yaşayan Hubei kabilesinde bir hastalık (viral kaynaklı) ortaya çıktı ve sadece o bölgedeki bu kabileyi etkiledi. Hatta kabile bunun salgın olduğunu bile tam anlamadı, daha önceki başka bir hastalığa benzetti. Çünkü ne virüs ne de mikrop kavramı o zaman henüz yoktu. Yani bu hastalık aslında çok da yayılamadı, çünkü o zamanki şartlarda o kabilenin hareket alanı, doğal şartlar sebebiyle 50 km ile sınırlıydı. Bu salgın size tanıdık gelmedi değil mi? Bu farazi senaryo bir kenarda dursun.

Modern zamanlarda görülen en büyük sağlık krizine dönüşen Covid-19 salgını tüm dünyada hepimizin hayatını derinden ve doğrudan etkiledi. Hatta öyle ki; gelişmiş-az gelişmiş ülke, zengin-fakir ayrımı yapmadan hepimizin hayatını doğrudan tehdit etti ve bizi “ölüm karşısında ne kadar aciz olduğumuz” gerçeğinde eşitlemiş oldu. Salgının ortaya çıkışındaki şaibeler bir yana bırakılırsa, küresel tahribattan dolayı çevresel aşınmanın bizi bu gibi kritik sağlık ve iklim krizlerine maruz bırakacağı aslında hem bilim insanları hem akîl insanlar tarafından önceden defaatle belirtilmişti. Ancak ne yazık ki insanoğlu “rahata (conformism)” alışmaya öyle meyyal ki, rahatımızın değişmemesi pahasına ayak sesleri artarak gelen bu salgına maruz kaldık. Nitekim, bazı bilim adamları eğer bu şekilde kaynakları fütursuzca kullanmaya devam edersek belki de ileride bu Korona virüs salgınını mumla arayacağımızı bile belirtiyorlar. Umalım ki, yaşananlardan insanlık gerekli dersi çıkarmış olsun.

Bu girizgahtan sonra konuya şu soru ile girelim. Bu salgın aslında bir sebep mi yoksa sonuç mu? Bu salgın hem iklim krizi açısından hem global hareketliliğin geldiği seviye açısından bir sonuç olarak görülebilir. Nitekim, girişte anlattığım farazi senaryonun tam aksine, Çin’den uçağa atlayan bir kişi ulaştığı bir Avrupa ülkesinden salgını tüm Avrupa’ya, başka birisi dünyanın diğer ucu Güney Amerika’ya bulaştırmış oldu. Çünkü günümüzde insanoğlu dünyanın bir ucundan diğerine rahatlıkla hareket edebilmekte. Bu hareketliliğin mümkün olması ile de salgın tüm dünyaya inanılmaz bir hızda yayıldı. Yani salgının hızı sadece virüsün bulaş hızının yüksek olmasından değil, aslında insan hareketliliğinin yüksek olmasından kaynaklandı. Girişteki M.S. 19 yılında (iki bin yıl önce) oluşan yine benzer virüs kaynaklı farazi salgına kıyasla belki virüsün bulaş gücü neredeyse aynı idi, ama yaşadığımız dünya çok değişmişti. Özetle salgın, içinde yaşadığımız dünyanın şartlarının bir sonucu olarak bu seviyeye geldi.

Komplo teorilerine tamah etmeden, bu salgının ekonomik ve sosyal sonuçları üzerine şöyle bir değerlendirme yapabiliriz. Öncelikle tüm dünyada aslında arz/tedarik güvenliğinin ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Çünkü tüm dünya Çin’i üretim üssü olarak seçmiş ve tedariğini orada yoğunlaştırmıştı. Bu salgın gösterdi ki tedarik riskini dağıtmak aslında tahmin edilenden çok daha fazla önem arz edebilmektedir. Burada şunu da vurgulamakta fayda var. Bu salgın gibi çoğu insanın tahmin edemeyeceği (her ne kadar bilim insanları tahmin etmiş uyarmış olsa da) vakalar insanların risk algısında önemli değişiklikler oluşturur.

Nitekim davranışsal bilimlerin vurguladığı gibi insanlar yaşanan nadir olayların oluşma ihtimalini, o olaya maruz kaldıklarında gerçekten çok daha yüksek addederler. Örneğin bir uçağın düştüğü haberlerinin günlerce medyada yer almasından sonra, insanlara sorulduğunda uçak düşme ihtimalini olması gerekenden çok daha yüksek bir değer olarak belirteceklerdir. Kısacası, bu salgın da tüm dünyada insanların risk algısını [1]  (bir süreliğine) derinden etkileyecektir. Ancak bunun global tüketim alışkanlıklarını kökten değiştirmesi oldukça zor görünüyor. Çünkü yukarıda da vurguladığım gibi insanoğlu alıştığı konforu kolay kolay bırakamaz (bu tip büyük bir salgınla bile). Ancak bu salgınının firmaların tedarik tercihlerini tekrar gözden geçirmesine vesile olacağı da kaçınılmaz bir gerçektir. 

Ayrıca bu salgın, dünyada “gıda arzı güvenliği” kavramının önemini de tekrar gündeme taşımış oldu. Klasik ekonomi teorisinin argümanına göre, eğer ülkeler birbirleri ile “serbest” ticaret yaparlar ise bu ticaret her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Çünkü üretim girdileri, kaynaklar daha verimli kullanılır; her ülke karşılaştırmalı üstün olduğu ürünleri üreterek toplam üretimi artırabilir ve toplamda iki ülke de daha fazla tüketme imkanına sahip olur [2].  Ancak bu argümanların hepsinde teorik çerçevenin daha net anlaşılabilmesi için gerçekler basitleştirilmiştir. Bu çerçeve içinde gıda arzı riski yoktur. Herhangi bir vesile ile gıda ürünlerinin başka ülkelerden alınamadığı bir durumda telafisi olmayan riskler oluşacaktır. Tam da bu yüzden, zaten tartışılmakta olan “gıda arzı güvenliği” bu salgın ile daha ön plana çıkmıştır ve ülkeler tarımsal üretimin önemini tekrar (!) keşfetmiştir. Nitekim bu salgın ile birlikte ülkelerin daha korumacı, kendine yetebilen modeller üzerine yoğunlaşacağını tahmin etmek zor değildir.

Salgının kapanmalar ve hareket kısıtlamaları ile oluşan doğrudan ekonomik etkileri ile birlikte, oluşturduğu aşırı belirsizlik ortamının da ekonomik krizi derinleştirici etkisi olmuştur. Genel olarak kriz ortamlarında, özellikle bu salgın gibi gidişatının ve ne zaman biteceğinin de belli olmadığı belirsizlik ortamlarında hane halkları tüketimlerini kısar, firmalar yatırımlarını erteler ve hatta iptal ederler. Kısacası dolaylı bir etki olarak da belirsizlik artışı ile ekonomik faaliyet daha da daralmıştır. Bu yüzden bu gibi belirsizlik artışının had safhada olduğu krizlerde politika yapıcılar, belirsizliği azaltıcı, öngörülebilir politikalara daha da önem vermelidirler. Aksi takdirde krizin etkisini daha da derinleştirebilirler. Bu noktada uygulanan politikaların önemli sorumlulukları vardır. 

Salgının önemli bir etkisi de sosyal adaletsizlik üzerine olmuştur. Ne ilginçtir ki “ölüm karşısında eşitliğimizi hatırlatan” bu salgın, aynı zamanda dünyadaki gelir adaletsizliğini de bir kere daha gözler önüne sermiştir. Nitekim salgından kurtulmak için gelişmiş ülkeler tüm aşı çalışmaları ile önden sipariş sözleşmesi imzalamış ve önümüzdeki 1-2 sene içindeki üretimin tamamını kendi vatandaşları için kapatmış durumdalar. Bu da yakın bir zamanda özellikle Afrika’daki fakir ülkelere aşının ulaşamayacağını göstermiştir. Ne trajiktir ki tam da bu yüzden tüm dünyada salgının bitişi daha da gecikecektir ve dolaylı yoldan bu da tüm ülkeleri (gelişmiş ülkeler dahil) olumsuz etkileyecektir. Kısacası dünya hep beraber hareket ederek krizi çözme konusunda bir sınavı daha verememiştir. İklim krizinin çözümüne yönelik ürkek adımlar da zaten bu koordinasyon başarısızlığının bir başka örneği idi.

Sosyal adaletsizliğin bir diğer boyutu “eğitimde” ortaya çıkmıştır. Hali hazırda hiç de eşit şartlarda edinilemeyen eğitim, salgınla birlikte tüm dünyada “online eğitime” ani geçiş ile eşitsizliği çok daha derinleştirmiştir. Aynı ülke sınırları içinde bile, internete erişimin mümkün olmadığı (ya da sorunlu erişim olan) yerlerde eğitimdeki fırsat eşitsizliği sosyal uçurumu daha da artırma riski barındırmaktadır. Çünkü eğitim, literatürde “sosyal sermaye” olarak addedilir ve daha düşük gelir grubu ailelerinin çocuklarının iyi bir eğitim ile dikey hareketliliğinin arttığı ve bu sayede ailenin geliri dolayısı ile oluşan dezavantajın uzun vadede kapanabildiği bilinen bir gerçektir. Bunun için de eğitimde eşit fırsatların sunulması olmazsa olmaz gerekli bir şarttır. Politika yapıcılarının kısa vadeli acil politikalar yanında bu unsura da azami önem vermeleri gerekmektedir. Aksi takdirde uzun vadede geri dönüşü zor olan sonuçlar doğabilir.

Her ne kadar üretilmiş bir virüs olduğu komplo teorisi realitede ortaya çıkan sonuçla fazla uyuşmasa da salgının yayılmasının önlenmesinde Çin hükümetinin gecikmesi gerçeği de şaibeli bir şekilde ortada durmaktadır. Çin hükümetinin, ihmallerinin göz ardı edilmesi için Dünya Sağlık Örgütü’ne baskı yaptığı şaibeleri dolanmaktadır. Bu da uluslararası kamuoyunun ekonomik/politik gerçek bir yaptırım ya da baskıdan ne kadar aciz olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır. Bu şaibelerin gerçek olup olmadığından bağımsız olarak, Çin hükümetinin olayın başlangıcının araştırılıp neticelenmesinde ayak diremesi ve halen salgının nerede nasıl başladığının tam net ortaya konmamış olması kendi başına bir şaibe olarak yeterlidir. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken acı bir gerçeklik olarak salgının bize öğrettiği önemli derslerden birisidir.

Sonuç olarak, hepimizin bir gün aşının yaygın uygulanması ile eskisi kadar olmasa da normale dönmeyi beklediği şu günlerde, akıllarda beliren bir sürü soru ile noktalayalım. Acaba bu salgından sonra buna benzer salgınlar daha sık görülecek midir? Böylesi önemli bir riskin azaltılması için uluslararası bir iş birliği başarılabilecek midir? İnsanoğlu oluşturduğu global ekonominin sonuçlarıyla yüzleşmeye hazır olmasa bile doğanın bizi bu gerçekle zorla yüzleştirmesi, aklımızı başımıza almamıza vesile olacak mıdır? Doğanın bize daha nasıl bir sinyal vermesi lazımdır ki dünyada bıraktığımız tahribatın boyutunu idrak edebilelim? İnsan yeryüzünde “bozgunculuk” çıkarma yetisine sahip tek canlı olarak acaba konforundan vazgeçebilecek midir?

Son olarak hepimiz şu soruyu kendimize sormuşuzdur: Meğer salgından önceki hiç kıymetini bilemediğimiz rahatça dolaştığımız, insanlarla etkileştiğimiz yaşamımız ne kadar da kıymetli imiş. Acaba bunun gibi şu an idrak edemediğimiz kim bilir ne nimetler var? Umarım bunu bize başka krizler, salgınlar hatırlatma vesilesi olmaz. 

Tüm insanlığa sağlık, esenlik ve selamet temennisiyle.



[1] Bu konuda Nassim Nicholas Taleb’in eserlerine başvurulabilir. Eserlerinde insanların ve dahi bilim dünyasının (örneğin istatistik, ekonomi ve finans bilimlerinin) tahmin edilmesi zor gibi görünen olaylara yaklaşımındaki yanılsamalar hakkında felsefi/istatistiksel argümanları net bir şekilde vurgulamaktadır. 

[2] Burada klasik teoride tüketimin yerinin önemini de vurgulamış olalım. Çünkü mikro düzeyde kişilerin fayda fonksiyonu direk tüketim seviyeleri ile ilgilidir, makro düzeyde de ekonominin çarklarının dönebilmesi tüketimin devamlılığına bağlıdır. Tam da bu yüzden, her krizde tüketimin azalması ve bunu engellemenin yolları tartışılır. Tüketimin ekonomik sistemin merkezinde oluşunun bizi şu modern zamanlarda yaşadığımız krizlerin eşiğine getirmesi de ayrı bir ironidir.

ALİ YAVUZ POLAT

Lisansını Bilkent Endüstri Mühendisliği’nde, yüksek lisans eğitimini Boğaziçi İktisat bölümünde tamamladı. Daha sonra A.B.D’de Johns Hopkins Üniversitesi’nden Ekonomi bölümünden Master derecesi aldı. Doktora derecesini İngiltere’de asistan olarak görev yaptığı Leicester Üniversitesi’nden aldı. Şu anda Abdullah Gül Üniversitesi, Ekonomi Bölümü’nde Dr. Öğr. Üyesi olarak görev yapmaktadır. Çalışma alanları; Davranışsal Ekonomi, Finansal Ekonomi ve Ekonomi Teorisi’dir.