×
KÜLTÜR
7.11.2021
Çeviri: UĞUR ALTUNTAŞ

ANALİZ

Kültür Savaşlarının Ötesi: Demokrasiler Neden Krizde? -I

Bugün demokrasileri tehdit eden bölünmeler giderek artan biçimde ekonomik olarak yönlendiriliyor ve bu durum plütokratik popülizme dayalı sağın retorik stratejileriyle gizleniyor.
ÜZERİNDEN BEŞ YIL geçmiş olmasına rağmen “Brexit ve Trump” hala popülizmin yükselişi ve liberal demokrasilerin derinden sarsılış tecrübesini en kısa şekilde özetleyen ifade olarak durmaya devam ediyor. Bu hususta nadiren dile getirilen ilginç bir gerçek var. O gerçek [ABD’de] Hilary Clinton ve [İngiltere’de] AB’de Kalma taraftarlarının (Remain) 2016’daki kampanyalarında, seçmenlerin büyük bir kısmında önemli bir karşılık bulmayan, benzer sloganlara sahip olmalarıydı: “Birlikte Daha Güçlü” ve “Avrupa’da Daha Güçlü” gibi. Açıkça görülüyor ki [İngiltere’de] vatandaşların çoğu, [AB’den] ayrılarak gerçekten daha güçlü olabileceklerini ya da mevcut durumlarından daha iyi olabileceklerini hissettiler. Bu durum acaba bize bugün siyasetin fay hatları hakkında ne söylüyor?

Geleneksel olarak kabul gören görüş, kültürel bölünmelerin artık önemli olduğunu ve pek çok insanın liberal “küreselci” sayılan seçkinlerle hiçbir ortak noktalarının olmadığını vurguluyor. Yine de bu fikir yalnızca ampirik olarak şüpheli değil, aynı zamanda sağın - aşırı sağ olmasa da - işine yarayan kültürel bir siyasi çatışma çerçevesini, eleştirmeksizin benimseyen bir yaklaşım olarak da görülebilir. Demokrasileri tehdit eden bölünmeler giderek artan biçimde ekonomik olarak yönlendiriliyor ve bu durum plütokratik popülizme dayalı sağın retorik stratejileriyle gizleniyor.

Bugün demokrasiler çifte ayrılıkla karşı karşıya kalmış görünüyor. En öncelikli olan ilk ayrılma, genellikle popülist liderler tarafından hakaret olarak görülen, ancak aynı zamanda giderek artan sayıda uzman ve sosyal bilimci tarafından da kullanılan bir terim olan “liberal kozmopolit seçkinler” kategorisi altında toplanıyor. Ancak bu unvan birçok yönden yanıltıcı. Zira bazı seçkinlerin [küre üzerinde] çok hareketli oldukları doğru olsa da [ortak] ve güçlü bir ahlaki normlar setine yaslanmak anlamında mutlaka kozmopolit veya liberal oldukları söylenemez. Tabii eğer bazı seçkinlerin kozmopolit olduklarını ima ederken, en sık uçak yolculuğu yapanları değil de ülke sınırları ne olursa olsun tüm insanların birbiriyle aynı ahlaki ilişkiler içinde olmaları gerektiği fikrine bağlı olanları kastediyorsak.

Küreselleşme, milliyetçiliğin sonunu getirmedi, ancak ekonomik ve finansal seçkinlerin toplumdan titizlikle uzaklaşmaları için fırsatlar yarattı. Böylelikle (tabii ki hala polise, kısmen kullanılabilir bazı diğer aygıtlara güvenmeye devam etseler de) toplumun geri kalanına herhangi bir gerçek bağımlılıktan kurtulabileceklerdi. Tedarik zincirlerinin ve ticaret rejimlerinin küreselleşmesiyle birlikte işçiler ve tüketicilerin aynı ülkede olma zorunluluğu ortadan kalkmıştı. Ayrıca artık zorunlu askerliğe dayalı ordu sisteminden uzaklaşmanın bir sonucu olarak askeri hizmet için de vatandaşlara bağımlı olmayacaklardı.

Ekonomik açıdan güçlü olanların toplumdan bu denli ayrışmasının açık ve aynı zamanda oldukça karikatürize bir örneği Silikon Vadisi milyarderi Peter Thiel tarafından sergilendi. Thiel kendini (yalnızca Donald Trump’ın danışmanı olarak değil, aynı zamanda Trumpizmi bir felsefeyle süslemeye çalışan figürlerden biri olarak) liberteryen olarak tanımlıyor. 2009’da yayınlanan bir bildiride şu ifadeleri kullandı: “Zamanımızda liberteryenler için en büyük görev, politikanın tüm biçimlerinden – totaliter ve köktenci felaketlerden sözde ‘sosyal demokrasi’ olarak adlandırılan fikirlere rehberlik eden düşüncesiz kitlelere kadar – bir kaçış yolu bulmaktır.” Buna dair umudunu da büyük oranda “bizi keşfedilmemiş bir ülkeye götüren yeni ve şimdiye kadar denenmemiş bir sürece” bağlamıştı. Ne yazık ki keşfedilmemiş az sayıda ülke olduğu için Thiel, siber uzay, dış uzay ve bu alanların hiçbirinin işe yaramaması durumunda “deniz yerleşimi” (okyanuslardaki yerleşimler gibi) üzerine bahis açıyor olmalı. 

Thiel’in halk (demos) hakkında “1920’den bu yana refahtan yararlananların sayısındaki büyük artış ve oy hakkının kadınları da kapsayacak şekilde genişletilmesi, ‘kapitalist demokrasi’ kavramını bir oksimoron haline getirdi.” şeklindeki küçümseyici ifadeleri güçlü tepkilere neden oldu. Bunun üzerine Thiel, vatandaşların haklarından mahrum bırakılmasını savunmadığını açıkladı. Ancak onun düşüncesinin bütün amacı, sıradan insanların (demos) umutsuz vaka olarak ıskartaya çıkarılması gerektiğiydi. Yapılabilecek en iyi şey, sıradan insanlardan uzaklaşmaktı ya da diğer bir deyişle onlardan ayrılmaktı.

Demokrasilerdeki ikinci ayrılma biçimi ise daha az görünür halde. Gelir yelpazesinin alt kısmında, sayıları sürekli artan vatandaşlar artık hiçbir şekilde oy kullanmıyor ve siyasete katılmıyor. Büyük Alman şehirlerindeki model oldukça açıklayıcı: İşsizliğin yüksek olduğu, yoksul bölgelerdeki seçimlerde çekimser kalma oranları çok daha yüksek (eski sanayi metropolü Essen’in merkezinde bu oran yüzde 90’a kadar çıkıyor). Bu de-facto ayrılma durumu, Thiel’in uzay fantezileri gibi bilinçli bir programa dayanmıyor ve en kötü durumda olanlar için de “keşfedilmemiş bir ülke” yok. Trajik şekilde böyle bir ayrılma kendi kendini güçlendiriyor. Zira siyasi partilerin çoğunlukla oy kullanmaya tenezzül etmeyenlerle ilgilenmek için herhangi bir nedenleri yok. Bu da yoksullar nezdinde siyasetin kendileri için hiçbir şey ifade etmediği izlenimini güçlendiriyor.

***
Bütün bunlar, sağ popülizmin yükselişi ve günümüzde demokrasiye yönelik tehditler ile nasıl ilişkilendirilebilir? Tüm partiler gibi popülist partiler de sosyal teorisyen Pierre Bourdieu’nun bir zamanlar “bölünme tasavvuru” (vision of divisions) olarak adlandırdığı şeyi yansıtmaktadır: Toplumun ana siyasi fay hatlarının bir yorumunu sunar, teşvik eder ve ardından vatandaşları buna göre harekete geçirmeye çalışırlar. Bu kendi içerisinde tehlikeli değildir. Ne de olsa demokrasi uzlaşmayla değil çatışmayla ya da Donald Trump’ın talihsiz Savunma Bakanı James Mattis’in “temel dostluk” olarak adlandırdığı (ülkesindeki “siyasi birliğin” yokluğundan yakınarak 21. yy’ın ikinci on yılında şiddetle özlem duyduğu) şeyle ilgilidir.

Demokrasinin vaadi, hepimizin aynı fikirde olması değildir. Alexander Hamilton’ın dediği gibi, demokrasi “ilkelerin ve alışkanlıkların tekdüzeliğini” gerektirmez. Bundan ziyade siyasi olarak kendi tarafımız için savaşma şansımızın olduğunu, gelecekteki seçimlerde bir şansımız daha olacağı için mücadelenin her türlü sonucuyla yaşayabileceğimizi garanti eder. Popülistlerin bölücü/ayrıştırıcı olduklarından şikâyet etmek yeterli değildir. Çünkü demokratik siyaset zaten tanımı gereği bu şekildedir.

Bu noktada sorun, sağcı popülistlerin tüm çatışmaları aidiyet sorununa indirgemeleri ve sonrasında kendi görüşlerine yönelik itirazları doğrudan gayri meşru görmelerinde yatmaktadır (aynı fikirde olmayanlar hain olmalı). Popülizm kutuplaşmadan tek başına sorumlu değildir, ancak temel stratejisinin kutuplaşma olduğunu anlamak çok önemlidir. Sağ popülizm siyaseti homojen gruplara bölmeye çalışır ve ardından bazı grupların temelde gayri meşru olduklarını ima eder.

Bu dünya görüşünde siyaset, kesişen kimlikler ve çıkarlarla karakterize edilmek yerine daha basit hale getirilir ve varoluşsal öneme sahip tek bir merkezi çatışmanın (“yanlış taraf kazanırsa, yok oluruz” çizgisinde) sahnesi olarak tasavvur edilir. Bu nedenle çifte ayrılık konusundaki huzursuzluk, sağcı popülistler tarafından kolektif korkuya ve hatta “ülke elimizden alınıyor” şeklindeki ahlaki paniğe dönüştürülmektedir. Özellikle de ABD’de bu korku hali, maddi dağıtımla ilişkili sorunlardan uzaklaşılmasına destek oluyor. 

Siyaset bilimciler Jacob Hacker ve Paul Pierson’ın “plütokratik popülizm” (plutocratic populism) olarak adlandırdıkları şey, amansız kültür savaşlarını, ekonomik konumlarla birleştiriyor. Bu ekonomik konumlar, esas olarak muhafazakâr seçmenler arasında bile ilgi uyandırmayan, “gerçek (beyaz, Hristiyan) Amerika’ya yönelik tehditlerin olduğuna” dair imalarla sürekli olarak gizleniyor. Bazı cumhuriyetçiler – tıpkı Muhafazakâr Parti’nin “kızıl Muhafazakârlık” savunusundaki gibi – bir tür “işçi sınıfı muhafazakârlığı”ndan söz ediyor ancak Cumhuriyetçi Parti’nin mevcut haliyle böylesi bir gündemi uygulamasına imkân yok. Bu açıdan Trump özgün bir örnekti: Destekçilerinin sosyo-ekonomik-kültürel mağduriyet duygularını körükledi ve ardından yüzde 80’i en üst yüzde 1’lik kesime giden bir vergi indirimi gerçekleştirdi. Boris Johnson’ın “seviye yükseltme” gündemi belirsizliğini korurken, gerçek şu ki, Tek Ulus Muhafazakârlığı da çoğu kez sadece lafta kalmaya devam ediyor.


The New Statesman dergisinde 1 Eylül 2021 tarihinde “Beyond the culture wars: Why democracies across the globe are in crisis” başlığıyla yayımlanan yazıyı Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.