×
İNGİLTERE

ANALİZ

Lordlar Kamarası Islah Mı Edilmeli Yoksa Kaldırılmalı Mı? (1)

Liberal hükümetler, İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti hükümetlerinin hepsi de Lordlar Kamarası’nın ıslah edilmesi için Bermuda Şeytan Üçgenine yelken açmıştır, ancak pek azı bu yolculuğu tamamlayabilmiştir.
YÜZ ELLİ YILDAN daha uzun bir süre evvel, anayasa üzerine yazılar yazan Walter Bagehot şunu belirmiştir: “Lordlar Kamarası’na hayranlık duymanın çaresi, gidip ona bakmaktan geçmektedir.” Lordlar Kamarası ve onun ıslahı üzerine süregelen zorlu mesele, şu anki mevcut tartışmaların her birinin çok daha öncesinde, ulusal bir meşgale haline gelmişti. Liberal siyasetçi Joseph Chamberlain’in 1884 yılında yakındığı üzere, yüzyıldan daha uzun bir süredir, asiller “her bir suiistimali muhafaza etmiş ve her bir ayrıcalığı korumuştur.”  David Lloyd George ise 1909 yılında ise şu soruyu ortaya atmıştır: “Neden işsizler arasından rast gele seçilmiş 500 kişi milyonlarca insanın bilinçli hükmünü geçersiz kılmalı ki?” Tarihçi AF Pollard da kamarayı “yasal hikayeler, tutarsız haklar, mantıksız kararlar ve somut belirsizliklerin kırk yaması” olarak değerlendirmiştir. Belirttiğine göre, “mantık nadiren siyasal kurumların önemli bir bileşeniydi”, ancak Lordlar Kamarası bu irrasyonelliğin özellikle zafer kazandığı mecralardan biriydi.

Bugün varlığını sürdürdüğü haliyle Lordlar Kamarası antik dönemlerin zaman üstü bir yadigârı değildir, aksine yüz yıllık bir anayasal tamirat sürecinde bölük pörçük birleştirilmiş olan parça ve kısımlardan meydana gelen bir Frankenstein canavarıdır.  Liberal Hükümetler, İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti hükümetlerinin hepsi de Lordlar Kamarası’nın ıslah edilmesi için Bermuda Şeytan Üçgenine yelken açmıştır, ancak pek azı bu yolculuğu tamamlayabilmiştir. Bugün bu sulara tekrar yelken açacaksak, ulaşmak istediğimiz yere dair ve yolculuğu yönlendirmesi gereken pusula hakkında daha açık bir fikir sahibi olmamız gerekecektir.
***
19. yüzyılın başlangıcında, Lordlar Kamarası, bu diyarın iki büyük sınıfını temsil ediyordu: İngiliz Kilisesinin piskoposlarını (“Ruhani Lordlar”) ve kalıtsal asilleri (“Dünyevi Lordlar”). Parlamentonun sayılardan ziyade çıkarları temsil ettiği demokrasi öncesi bir çağda, Lordlar Kamarası diyarın büyük aileleri ve sınıflarını ve aynı zamanda bunların en güçlü iktisadi çıkarlarını somutlaştırıyordu. Toprak yalnızca zenginlik getirmiyordu, aynı zamanda buyurgan bir toplumsal ve iktisadi konumu da beraberinde getiriyordu: Yerel toprak sahipleri rahipleri atıyordu, adaleti yerine getiriyordu, silahlı kuvvetleri yönetiyor ve taşra hükümetini domine ediyordu. Unvan ve gelirleri Birleşik Krallığın dört bir tarafından geliyordu – hatta bazı vakalarda, müstemlekelerden geliyordu. Benjamin Disraeli’ye göre, bunun sonucu “seçim olmadan temsilin” en önde gelen örneğiydi; Kilise’nin, diyarın ve imparatorluğun üç büyük çıkarını somutlaştırmak bakımından. 

Varlıklarını bir nesilden miras alarak diğerine aktaran bir sınıf olarak Lordlar, geçici fikirlerin rüzgarına kapılmaya karşı bağışıklıkları olduğundan kamu işlerinde geleceği göz önünde bulundurarak bir görüş sahibi olacaklarını iddia edebilirler. Zenginlikleri onlara Avam Kamarası’na göre Kraliyetten daha bağımsız bir konum sağlamış ve onları onun gücüne direnmek noktasında daha iyi konumlandırmıştır. Özellikle Whig aristokrasisi kendisini Kral John’a Magna Carta’yı Runnymede’de dikte eden baronların ve Kral II. James’i tahttan indiren 1688 Şanlı Devriminin mimarlarının varisleri olarak görmüştür.

Soylular bu bağımsızlığı kıskançlıkla korumuşlardır. Kraliçe Victoria 1856’da kalıtsal olmayan bir soyluluk ihdas ettiğinde – yüzyıllardır faaliyet halinde olmayan bir gücü kullandığında – Lordlar bunu onaylamayı reddettiler. Şundan endişe ediyorlardı, eğer Kraliyet kalıtsal olmayan bir soyluluk ihdas edebilirse, Lordlar Kamarası’nı destekçileri ile doldurabilir hale de gelebilirdi. Küçük bir dizi adli atama dışında, kalıtsal olmayan soyluluğun bir yüzyıl daha beklemesi gerekti, yani kraliyete dair endişelerin solduğu zamanın gelmesini.

Yine de Lordların ayrıcalıkları artan bir miktarda eleştiriye maruz kalıyordu. Oy kullanabilenlerin sayısı arttıkça, yerel hükümetler soyluların toplumsal işlevlerini üstlendikçe ve yeni sınıflar ile bu sınıfların çıkarları soyluların ekonomik üstünlüklerine meydan okudukça, kalıtsal bir meclisi gerekçelendirmek çok daha zor hale geliyordu. Meclis de asiller topluca Muhafazakar Parti’nin saflarına geçtikçe daha partizan bir duruma eviriliyordu. 1900 yılına gelindiğinde, 400 Muhafazakar soylu karşısında 88 Liberal soylu vardı ki bu durumu Liberal yasamayı temizlemek için kullandılar.  Muhafazakar kanadın lideri Arthur Balfour, 1906 yılında böbürlenerek itiraf ettiği üzere, partinin Lordlar Kamarası’nda sahip olduğu çoğunluk, partiye “bu büyük imparatorluğun kaderini kontrol etme” imkanı tanıyordu, genel seçimlerin sonucu ne olursa olsun. Giderek demokratikleşen bir devirde, bu itiraf ancak bir çöküşle sonuçlanacaktı. 

***
1906 seçimleri Liberal Parti’nin büyük çoğunluğun oyunu alarak seçimi kazanmasıyla sonuçlanmıştı; ancak yine de sonraki dört yılda, parti programı üst kamara tarafından viraneye çevrilmişti. 1909 yılında, soylular sonunda, Lloyd George’un İnsanların Bütçesi adı verilen teklifini veto ederek eskiden beri süregelen bir adeti ihlal ederek, kendilerini de aştılar. İki yıl süren – soylulara karşı halk prensibiyle – siyasi bir mücadele sonrasında, 1911 Parlamento Kararı resmi olarak Avam Kamarası’nın üstünlüğünü tesis etti. Lordlar Kamarası finansman senedi üzerindeki tüm gücünü kaybetmişti ve diğer yasamayı veto etme kabiliyeti de iki yıllık bir erteleme gücüne indirgenmişti.  Lloyd George’un Avam Kamarası için kullandığı ifadeyle söylemek gerekirse “Bay Balfour’un finosuna”, artık diz çöktürtülmüştü.
Parlamento Kararına varan süreçte, Lloyd George kalıtsallık ilkesinin kendi varlığına dahi meydan okumuştur (şöyle şikayet ediyordu: “tam teçhizatlı bir dukalık iki zırhlı savaş gemisini işler halde tutmak kadar maliyetli, ve en az onlar kadar da korkutucu”). Yine de Parlamento Kararı, Lordların kalıtsal özelliğe sahip olmasına dokunmadı. Mukaddimede şu belirtiliyordu: gelecekte “kalıtsallık yerine halka hitap etmek temelli” bir meclis ihdas edilmelidir. Ancak bunu başarmak için ciddi bir çaba gösterilmeyecekti. 

Bu durum Kamara’nın emin bir biçimde Muhafazakarların ellerinde kalmasına sebep oluyordu, ki bu durum İşçi Partisi’nin yükselişe geçmesiyle çok daha sorunlu bir hal almıştı. İşçi sınıfını temsil etmek için kurulan bir parti olarak, İşçi Partisi kalıtsal soyluluğa destek veren kimselerin yoğunlukta olduğu bir parti değildi. Avam Kamarası’nda büyük bir çoğunluk elde ettikleri 1945 yılına gelene kadar, oy kullanan 800’den fazla Lord arasında sadece 16 İşçi Parti’li bulunuyordu.  Yine de Attlee hükümeti de, kendinden önceki Liberaller gibi, Lordlar kamarasının kalıtsal yapısını dokunmadı.  1911 yılında alınan emsal kararın ardından, 1949 Parlamento Kararı Lordlar Kamarası’nın iki oturumluk erteleme gücünü tek oturuma indirmişti.

Winston Churchill 1949 tarihli bu kararı “sosyalist bir saldırganlık” olarak kınıyordu.  Yine de bu kararın en vurucu yönü, ürkekliğiydi. Eğer soylular kendilerini ilga edecek yönde oy kullanmaz iseler, bu değişim en azından iki yıl sürecek bir siyasi mücadeleyi gerektirecekti, ki bu zaman aralığında Lordlar Kamarası hükümetin tüm gündemini hüsrana uğratabilirdi. İşçi Partisi’nin böyle bir yarışa girmeye pek niyeti yoktu, özellikle de Lordlar Kamarası’nın yerini neyin alabileceğine dair bir görüş birliği henüz ortada yokken. Hükümetlerin çoğu, kendi oy kullanma yetkisi ile kuşanmış, daha güçlü bir kamara istemiyordu ve soyluların demokratik meşruiyetlerinin yokluğu onun hırslarını sınırlamak noktasında zaten kullanışlıydı.  “Salisbury Uzlaşısı” kapsamında, Lordlar manifestolardaki vaatleri engellemeyecekleri hususunda mutabık kalmışlardı. Böylece hükümetin programının çoğunun engellenmeden ilerlemesi sağlanacaktı.

Yine de sonuç, hükümet eden iki taraftan birisinin Lordlar tarafından alt edilmeye mahkum bırakılması olacaktı. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde, İşçi Partisi üst mecliste işlevsel bir sandalye sayısını ucu ucuna koruyabiliyordu. Muhafazakarlar bile hükümet işlerini yürütme noktasında kabiliyet ve tecrübeye sahip yeterli sayıda soylu bulmakta zorlanıyordu. Daha bilge Muhafazakarların fark ettiği üzere, bu Kamara’nın kendisine bir tehdit oluşturuyordu. 1958 yılına gelindiğinde, sonuç Muhafazakar bir yasa teklifi olmuştu, bu teklif Lordlar Kamarası’nı daha demokratik hale getirmeyi değil, onun yıkılıp ilga edilmesini engellemeyi amaçlıyordu.

NewStatesman dergisinde 12 Ağustos 2020 tarihinde yayımlanan bu makalenin ilk bölümünü M. Malik YAVUZ’un çevirisiyle sunuyoruz.