×
KÜRESEL

ANALİZ

Ukrayna Savaşı ve Batı’nın Uyurgezerliği

Batı bu krizi “nükleer silahlara sahip devletler arasındaki karmaşık bir çıkar çatışması” olarak değil, iyi ve kötü arasında bir ahlak oyunu olarak görmekte ısrar ediyor. Ancak bu ısrarı ile sahadaki siyasi iradesi ve askeri yeteneği arasında bir dengesizlik var.
BAZI ÖNEMLİ istisnalar dışında, Ukrayna'daki duruma ilişkin Batı'daki görüş ve yorumlar, siyah-beyaz bir hat etrafında katılaşmış durumda. Her şeyin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in suçu olduğu; Rusya'nın bölgeyle ilgili şikayetlerinin hiçbir meşru temelinin bulunmadığı konusunda neredeyse tam bir mutabakat var. Ayrıca Batı'nın Rusya’ya karşı tek akılcı ve doğru yanıtının, ona herhangi bir taviz vermeden, (Ukrayna'nın kendisine olmasa da) Avrupa'ya daha fazla ABD askeri göndermek ve Rusya’nın işgal girişimine karşı sert ekonomik yaptırımlara devam etmek olduğu yönünde bir fikir birliği mevcut. 

Bazı açılardan, keşke bu görüşe katılmak mümkün olsaydı. Zira o zaman, bu karmaşık meseleler dizisi üzerinde düşünmeyi bırakıp koroya katılma fırsatı olurdu. Ancak bu mümkün değil. Çünkü krizin kilit yönleri oldukça şaşırtıcı. Gelinen noktada, geçmişte ABD liderlerini yoldan çıkaran inançların, mecazların ve kökleşmiş ortodoksi görüşlerin yankılarını duymak hiç zor değil. Bu refleksif tepkiler, kötü bir durumu daha da kötüleştiriyor ve muhtemelen Ukrayna'ya, daha geneldeyse ABD çıkarlarına çok fazla zarar verecek.

İlk olarak, ABD ve NATO tarafından sergilenen kararlılık düzeyi ile ittifakın aldığı diplomatik pozisyon arasındaki fark hayli şaşırtıcı. ABD Başkanı Joe Biden, ABD'nin Ukrayna’da savaşmak için asker göndermeyeceğini ve önde gelen hiçbir Avrupa ülkesinin bunu kendi başlarına yapmayı teklif etmediğini açıkça belirtti. Dahası ABD, askeri personelini geri çekerek ve diplomatlarının yerini değiştirerek tam tersi bir mesaj verdi. Birkaç istisna dışında, ABD dış politika kurumunda hiç kimse Ukrayna için gerçek bir savaş vermek istemiyor. Bu, aslında Ukrayna’da savaşmanın hayati bir çıkar ifade etmediğinin üstü kapalı bir kabulü.

Buna karşılık Rusya, Ukrayna'nın NATO'ya katılmasını engellemek için güç kullanmaya istekli olduğunu açıkça belirtti - sadece şimdi değil, öngörülebilir gelecekte ve herhangi bir noktada. Bu isteği 2014'te gösterdi. Biden, şimdi bir seçim savaşı vermek üzere olduklarını düşünüyor. 2014'te olduğu gibi, Rus birliklerinin Donbass bölgesine hareketi Batı açısından yasadışı, ahlaksız ve savunulamaz görülüyordu; ancak yine de oldu.

İşte şaşırtıcı olan şey bu. Ortada sadece siyasi irade konusunda bir dengesizlik yok; aynı zamanda askeri yetenekler konusunda da bir dengesizlik vardır. Yani Rusya'nın “hayati bir çıkar” (ve dolayısıyla uğruna savaşmaya değer) olarak gördüğü şey, Batı için hayati olmaktan çok uzak (ve dolayısıyla uğruna savaşmaya değmeyen bir şey). ABD ve NATO genel olarak Rusya'dan çok daha güçlü olabilir, ancak Ukrayna Rusya'nın hemen yanı başında ve bu nedenle hava ve kara kuvvetlerine karşı savunmasız.

Askeri yetenekler ve siyasi irade konusundaki bu genişleyen boşluğa rağmen, ABD'nin müzakere pozisyonu (ve dolayısıyla NATO'nun pozisyonu), tarafların ayrıştığı ana meselede hiç taviz vermedi. Bu mesele, Ukrayna'nın gelecekteki jeopolitik konumuydu. NATO hala Ukrayna'nın üyelik kriterlerini karşıladığı zaman ittifaka katılma hakkına sahip olduğu konusunda ısrarlı. Hiç kimse Ukrayna'nın yakın zamanda ittifaka katılmasını beklemese de (-ki Batı, endişelerini yatıştırmak umuduyla Moskova'ya sürekli bunu tekrarlıyor) NATO bu soyut ilkeden taviz vermeye yanaşmadı. “Açık kapı”: Ukrayna’ya karşı savunulan siyasetin hepsi bu. Bu, NATO'nun birkaç yıl önce benimsediği bir politik pozisyon; yoksa bir doğa kanunu değil.

NATO'nun Ukrayna ve Gürcistan'ın sonunda ittifaka katılacağına dair 2008 deklarasyonunu iptal etme konusundaki isteksizliği, kısmen Moskova'ya silah zoruyla taviz vermeme konusundaki anlaşılabilir tutumdan kaynaklanıyor. Ancak sorun şu ki: Batılı liderlerin Rusya'ya bu konuda istediğini vermeden bu krizi nasıl çözebileceklerini yeterince düşündüklerini öne sürmek güç. Putin'in füze savunma radarları veya diğer silah konuşlandırmaları konusundaki küçük tavizlerle yetineceğini düşünmek için çok az neden var. Rakibiniz yerel düzeyde askeri üstünlüğe sahipse ve sonuca sizden daha fazla önem veriyorsa, aradaki anlaşmazlığı çözmek genellikle sizin bazı önemli ayarlamalar yapmanızı gerektirir. Bu bir doğru ya da yanlış meselesi değil; bir kaldıraç meselesidir.

Rusların bu krize bakış açısıyla empati kurma konusundaki yaygın yetersizlik de kafa karıştırıcı. Uluslararası ilişkiler uzmanı Matthew Waldman 2014'te belirtildiği gibi, “stratejik empati”, rakibin pozisyonuna katılmakla ve onu onaylamakla ilgili değildir. Aksine, onu anlamakla ilgilidir, böylece ona uygun bir tepki ve cevap geliştirebilirsiniz. NATO'nun genişlemesi konusundaki görüşleriniz ne olursa olsun, Rus liderlerin başından beri endişe duyduğuna ve endişelerini defalarca dile getirdiğine dair çok güçlü kanıtlar var. Gücü toparlandıkça ve NATO doğuya doğru açıldıkça Moskova buna dozu giderek artan bir şekilde karşı çıktı. ABD'nin “en kötü durum analizine” kapılma ve uzak ülkelerdeki küçük güvenlik sorunlarını varoluşsal tehlikelermiş gibi görme eğilimi göz önüne alındığında, ABD dış politika yapıcılarının, [Rusya gibi] büyük güçlerin tehditleri abartma eğilimlerinin ve yakın çevrelerinin güvenliğiyle ilgili taşıdıkları yüksek hassasiyetin kesinlikle farkında olduğunu düşünürsünüz.

Son haftalarda Washington Post'u, Atlantik'i, Atlantik Konseyi'nin web sitesini ve evet, hatta Foreign Policy'yi okuyun; sadece ara sıra muhalif görüşlerin sunulduğu sabit bir şahin duruş diyeti alacaksınız. Bu yayınlarda, sorunun kaynağının tek başına Putin olduğu söyleniyor. Diktatörler Adolf Hitler, Joseph Stalin, Saddam Hüseyin, Fidel Castro, Beşar Esad, İran siyasi elitleri, Xi Jinping ve ABD’nin ciddi olarak ihtilafa düştüğü diğer isimlerle birlikte sürekli şeytanlaştırılıyor. Washington, çok sayıda askerle ama çoğunlukla Amerikan yanlısı despotlarla iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen, Batı bu krizi “nükleer silahlı devletler arasındaki karmaşık bir çıkar çatışması” olarak değil, iyi ve kötü arasında bir ahlak oyunu olarak görmekte ısrar ediyor. Her zamanki gibi topluma, tehlikede olanın Ukrayna'nın jeopolitik uyumu değil, bütün insanlık tarihi olduğu söyleniyor. O çok yıpranmış Münih benzetmesiyle Putin, asıl amacı Hitler'in yapmaya çalıştığı gibi tüm Avrupa'yı fethetmek olan bir soykırım manyağıymış gibi sunuluyor. Savunduğu her şeye ve yaptığı şeylerin çoğuna karşı çıkabilirsiniz ama yine de bu tür bir basit alarmizmi reddetmeniz gerekir. Zira bu eğilim son derece tehlikelidir. Çünkü bir çatışma bir kez bu kadar katı ve ahlaki terimlerle çerçevelendiğinde, uzlaşma aforoz edilir ve kabul edilebilir tek çözüm, karşı tarafın tamamen teslimiyeti olur. Bu ortamda diplomasi bir yan gösteriden başka bir şey değildir. 

Bu noktada Batı'nın politika tepkileri de aynı derecede tanıdık: Olağan kararlılık açıklamaları, müttefikleri güvence altına almak için sembolik birliklerin gönderilmesi ve ekonomik yaptırımların uygulanması; ancak savaş riskini ortadan kaldırabilecek uzlaşmaların yetersiz değerlendirilmesi. Daha da kötüsü, bu eğilimin diğer tarafta da oldukça ilerlediğinden şüphelenmek için pek çok sebep var.

ABD'nin amacı Moskova'nın geri adım atmasını ve Ukrayna'nın bir gün NATO'ya katılabileceğini zımnen veya açıkça kabul etmesini sağlamaksa bu konuda muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacak. Burada da geçmişin bir yankısı var: ABD'nin dış politika seçkinleri, ABD gücünün sınırlarını tanıma ve gerçekçi hedefler belirleme konusunda defalarca kez yetersizlik gösterdi. 1990'ların başlarından itibaren, ABD liderleri kendilerini 1) küresel bir liberal düzen yaratabileceklerine; 2) Çin'i sorumlu bir paydaş olmaya ikna edebileceklerine (sonunda Batılı siyasi değerleri kucaklayacağına); 3) Irak, Afganistan ve diğer birkaç devleti hızla istikrarlı liberal demokrasilere dönüştürebileceklerine; 4) dünyayı kötülükten kurtaracaklarına; 5) Kuzey Kore ve İran'ı nükleer programlarından vazgeçmeye zorlayabileceklerine ve 6) Rusya'dan gelen düşmanca bir tepkiyle karşılaşmadan veya Moskova ile Pekin'i birbirine yaklaştırmadan NATO'yu Batı'nın istediği kadar genişletebileceklerine inandırdılar. Bu (ve buna benzer) hedeflerin peşinden gitmek için trilyonlarca dolar harcandı. Ancak sonuçta pek bir şey elde edilemedi.

Bu mütevazı başarısızlıklara rağmen, mevcut kriz, ABD'nin dünyanın hemen her yerinde, (hatta Batı için görece daha az önemli bölgelerde bile) siyasi düzenlemeleri dikte etme hakkına, sorumluluğuna ve (en önemlisi) kapasitesine sahip olduğunu varsaymaya yönelik tepkisel bir eğilim olduğunu gösteriyor. Birleşik Devletler, tek kutuplu çağın zirvesindeyken bile bu kapasiteye sahip değildi ve bugün de kesinlikle bu kapasiteye sahip değil. Bu, ABD’nin zavallı, çaresiz bir dev olduğu veya kendisini uzun vadede daha güvenli ve müreffeh kılacak politikalar izleyemediği anlamına gelmez. ABD, kendi kendine defalarca açtığı yaralara ve kendi içinde inatçı bölünmelere rağmen hala dünyanın en güçlü ülkesi, ancak başarabileceklerinin sınırları var.

Bu krizin endişe verici son bir özelliği daha var. ABD'nin NATO’daki müttefikleri bu krizi kendi başlarına halletmeye hazır olmadıkları için, ABD bir kez daha Avrupa'daki bir krize ilk müdahale eden aktör rolünü üstlendi. Ayrıca burada çok büyük miktarda bir bürokratik “kas hafızası” iş başında: Doğu'dan tehditler yükseldiğinde Avrupa'yı güçlendirmek ve güven vermek, Washington'un nasıl öreceğini bildiği bir kumaş. ABD ve NATO bu krizi savaşsız atlatmayı başarsaydı, bu, Avrupa'nın kendi güvenlik sorunlarıyla başa çıkamayacağı ve bunu denemesine gerek de olmadığı fikrini güçlendirecekti. Çünkü nasıl olsa Sam Amca gerektiğinde onu korumak için harekete geçecekti. Ayrıca Avrupa'nın savunma yeteneklerini güçlendirme çabaları zayıflayacak, ABD müttefikleri eninde sonunda Rusya’dan gelen doğalgaz musluklarını açacak; Ukrayna ve Gürcistan da NATO'nun kapısını çalmaya devam edecekti. [Ama savaş başladı!]


Bu yazı Foreign Policy’de, 23 Şubat 2022 tarihinde, “The West Is Sleepwalking Into War in Ukraine” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.

STEPHEN M. WALT

Harvard Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü. Foreign Policy yazarı.