×
AVRUPA

ANALİZ

AB ve İsrail-Filistin Çatışması: Çok Ses, Sınırlı Vizyon!

Mevcut durum göz önüne alındığında Fransa, Almanya ve İngiltere’nin birlikte hareket etmesi pek mümkün görünmüyor. İsrail-Filistin meselesi, Avrupa’nın gücünün sınırlarını açıkça gösteriyor.
HAMAS'IN İSRAİL'E düzenlediği saldırının ertesi günü AB’nin Komşuluk ve Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Macar Oliver Varhelyi Filistinlilere yönelik yardımların askıya alındığını açıkladı. Ancak, kısa bir süre sonra Varhelyi’nin açıklaması AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, bazı üye ülkeler ve Avrupa Parlamentosu’nun bazı üyeleri tarafından reddedildi. Sonunda, Filistinlilere yönelik Avrupa yardımının askıya alınması yerine “gözden geçirilmesine” karar verildi. Bununla birlikte AB, Gazze’ye yönelik insani yardımların arttırılacağını ve bu yardımların Mısır üzerinden ulaştırılması için bir hava köprüsü kurulacağını duyurdu.

Bu olanlar, İsrail-Filistin meselesinde 27 üye ülke arasında birliğin sağlanmasının ne kadar zor olduğunu gösteriyor. AB oybirliğiyle Hamas’ın saldırılarını kınayarak İsrail’in kendini savunma hakkı olduğuna işaret etti. Daha sonra Ursula von der Leyen, Gazze’deki Filistinlilerin akıbetiyle ilgili herhangi bir endişesini ifade etmeden İsrail’e destek ziyareti gerçekleştirdi. Bu yüzden Leyen eleştirilerin hedefi oldu.

1993’te AB’ye dönüşen Avrupa Ekonomik Topluluğu, geçmişte bu konuda uzlaşmacı tutumlar geliştirebiliyordu, ancak şu an böyle bir uzlaşı oldukça zor görünüyor. Dolayısıyla, AB’nin ağırlığını ne kadar koyabileceğini ve sonucu etkileyip etkileyemeyeceğini kestirmek kolay değil.

İki kutuplu bir sistem

Filistin’e ilişkin 1980 tarihli Venedik Deklarasyonu’yla, birliğe üye dokuz ülke Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını desteklediklerini açıklamıştı. Bundan iki yıl sonra da Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, İsrail parlamentosu Knesset’te bir konuşma yaptı. Mitterrand konuşmasında hem İsrail devletine olan bağlılığını hem de bir Filistin devleti ihtimalini dile getirdi. Daha sonra Mitterrand’ın bu yaklaşımı AB tarafından da benimsendi.

Bu tür kararlı beyanlara rağmen Avrupalıların Orta Doğu’daki barış sürecine etkisi oldukça sınırlı kaldı. Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’ya iki kutuplu bir sistem hakimdi. Buna göre, ABD İsrail’in yanında yer alırken Sovyetler Birliği Arap ve Filistin davasını destekliyordu. Bununla birlikte, BM Güvenlik Konseyi özellikle İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunan 1967 tarih ve 242 sayılı kararıyla 1948-1949 yıllarında tasarlanan Filistin'in bölünmesi planına geri dönülmesi gerektiğine işaret ederek tarafları uzlaşıya davet ediyordu. Daha sonra Konsey, 1980 yılında yayımlanan 478 sayılı kararla İsrail’in Kudüs’ü ilhakını tanımayı da reddetti.

Barış süreci, 1991 Madrid Konferansı’nda esas aktör olarak Amerika Birleşik Devletleri ve o dönem güçsüz durumda olan Sovyetler Birliği’nin himayesi altında başlatıldı. Avrupalılar 1996’da İspanyol Miguel Moratinos’u özel temsilci olarak atadı. Ardından da 2002’de arabuluculuk rolü oynaması için ABD, Rusya, AB ve BM’den oluşan “dörtlü bir mekanizma” kuruldu. Böylece AB, bu karmaşık ve belirsiz süreçteki yerini almış oldu.

Avrupa’nın desteği

Bu süreçte AB, barış anlaşmalarını destekledi, Filistin Yönetimi’ne fon sağladı ve İsrail’in 2005’te kuvvetlerini geri çektiği Gazze Şeridi ile Mısır arasındaki Refah sınır kapısına yardım misyonu başlattı. Ancak, Binyamin Netanyahu’nun 1996’da iktidara gelmesi, 2000-2006 yılları arasındaki ikinci İntifada, 2006’daki İsrail-Hizbullah savaşı ve İsrail’in işgal ettiği topraklardaki artan kolonizasyonu gibi nedenlerle çatışma ortamı daha da derinleşti. AB üyesi ülkeler ise bu çatışma ortamında ortak bir tavır sergilemekte ve seslerini duyurmakta zorlandılar.

Yine de bu ülkeler Filistin’e yönelik insani yardım, barış sürecine destek ve işgal altındaki toprakların sömürgeleştirilmesi de dahil olmak üzere baskı politikasına karşı çıkma konularında uzlaşı sağlayabildiler. İsrail ile iş birliğini öngören ve 1995 yılında kurulan Ortaklık Konseyi, İsrail’in AB’nin Batı Şeria’daki yerleşimlere ilişkin tutumuna itiraz etmesi nedeniyle 2012-2022 yılları arasında toplanamadı.

Öte yandan, üye ülkeler herhangi bir yaptırım üzerinde de uzlaşmaya varamadılar. Uzlaştıkları tek şey, İsrail’in “Yahudi halkının ulus devleti” olarak kurulmasının ardından, başta ülkedeki Arap azınlık olmak üzere Yahudi olmayan kesimlere yönelik ayrımcılığa karşı 2019’da bir girişimde bulunmak oldu. Bu da işgal altındaki topraklardan gelen İsrail ürünlerini sadece etiketlemekle (yasaklamak değil) sınırlı bir uygulamayı içeriyordu.

Çok fazla görüş ayrılığı mı var?

Bazı noktalarda uzlaşmış olsalar da üye ülkeler (ve eski üye Birleşik Krallık) İsrail-Filistin sorununa ilişkin oldukça farklı yaklaşımlara sahip. Bu da birliğin etkinliğini oldukça kısıtlıyor.

1917’den beri, İsrail’de Yahudilerin bir ulusal devlet kurmalarını destekleyen ülkeler İngiltere ve Fransa olmuştur. Londra genellikle İsrail’e yakın bir pozisyonda dururken; Paris, Arap dünyasına karşı daha dikkatli bir tutum benimseyerek Filistinlilerin haklarını savunma yoluna gitmiştir. Almanya ve Avusturya ise Nazilerin işlediği suçların bıraktığı izlerden dolayı İsrail’i destekleyen bir pozisyon benimsemiştir. Bu durum Hollanda ve bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için de geçerli. İspanya ise Fransa’nınkine benzer bir pozisyonda yer aldı. Bu pozisyon, büyük oranda, Avrupa diplomasisinde kilit görevler üstlenmiş olan Javier Solana, Miguel Moratinos ve Josep Borrell gibi İspanyol şahsiyetler tarafından sağlandı.

Gerçekte hiçbir Avrupa ülkesi tek başına büyük bir aktör olacak kadar güçlü değil; ancak aralarında tam bir birlik de sağlanamıyor. Özellikle Washington’un tutumuna karşı çıkmak söz konusu olduğunda sesleri neredeyse hiç duyulmuyor.

AB, BM Genel Kurul metinlerinin yüzde 90’ından fazlasında ortak bir tutum benimsemiş olsa da konular hassaslaşınca ayrışmalar yeniden ortaya çıkıyor. BM’nin 2008-2009’da İsrail’in Gazze’ye saldırısına verdiği tepki ve 2011’de Filistin’in UNESCO’ya kabulü konularında üye ülkeler arasında ayrışmalar yaşanmıştı. 2012’de Filistin’e BM’de gözlemci statüsü verilmesi konusunda ise Fransa da dahil 14 ülke lehte, Çek Cumhuriyeti aleyhte oy kullanırken Almanya ve İngiltere dahil 12 ülke çekimser kalmıştı.

Hem İsrail’de hem de Batı’da sağcı “illiberal” eksenin güçlenmesiyle “İslam’ı düşmanlaştıran” söylemler ve “her şeyden önce güvenlik” vizyonu, siyasi eğilimler üzerinde etkili oldu. Bu açıdan bakıldığında Viktor Orban, Georgia Meloni ve Marine Le Pen gibi isimlerin Netanyahu hükümetinin güvenlik politikasına tam destek verdiğini görmek şaşırtıcı değil.

AB daha fazlasını yapabilir mi?

AB kurumlarının üye ülkelerin ötesinde güçlü bir diplomasi yürütme meşruiyeti oldukça kırılgan. AB’nin dış politika oylamalarında çoğunluk yöntemini getirmesi (şu anda oybirliği yöntemi uygulanıyor) belki işleri kolaylaştırabilir. Ancak, ABD’nin pozisyonuyla uyumlu olmayan güçlü ve özerk politikaların çoğunluğa ulaşabilmesi de şüpheli.

Bu şartlarda, İran örneğinde olduğu gibi Fransa, Almanya ve İngiltere’nin birlikte hareket etmesi de mümkün görünmüyor. Sonuçta İsrail-Filistin meselesi, Avrupa’nın gücünün sınırlarını da açıkça gösteriyor.


Bu yazı 19 Ekim 2023 tarihinde The Conversation sitesinde “The EU and the Israeli-Palestinian conflict: many voices, no shared vision” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.