×
ABD

ANALİZ

Amerikan Dış Politikasının Devrime İhtiyacı Var!

Amerikan dış politikasının köklü bir zihinsel devrime ihtiyacı var. Açgözlülük, militarizm ve ikiyüzlülük yerine dayanışma, diplomasi ve insan haklarına dayalı, köklü bir değişim gerekiyor. İşin tuhafı, ABD siyaseti bunun farkında değil.
UZUN YILLARDIR Washington, ABD'nin ve dünyanın karşı karşıya olduğu en önemli meselelerden bazılarını nadiren ciddi bir şekilde masaya yatırıyor. Bu durum özellikle de dış politika alanında geçerli. On yıllar boyunca dış ilişkiler konusunda "iki partili bir uzlaşı" söz konusu oldu. Trajik bir şekilde, bu fikir birliği neredeyse her zaman hatalı sonuçlar doğurdu. İster Vietnam, Afganistan ve Irak savaşları, ister dünyanın dört bir yanında demokratik hükümetlerin devrilmesi, ister Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'na girmek ve Çin ile kalıcı normal ticari ilişkiler kurmak gibi ticaret alanında atılan feci adımlar olsun, sonuçlar genellikle ABD'nin dünyadaki konumuna zarar verdi. Ülkenin savunduğu değerlerin altını oydu ve Amerikan işçi sınıfı için felaket sonuçlar doğurdu.

Bu model bugün de devam ediyor. İsrail ordusunu desteklemek için milyarlarca dolar harcayan ABD, Filistin halkına karşı topyekûn bir savaş ve yıkım kampanyası yürüten, binlerce çocuk da dâhil olmak üzere on binlerce kişinin ölümüne ve Gazze Şeridi'nde yüz binlerce kişinin açlıktan ölmesine neden olan Başbakan Benjamin Netanyahu'nun aşırı sağcı hükümetini savunan neredeyse dünyadaki tek ülke. Bu arada, Çin'in yarattığı tehditle ilgili yürütülen korkutma kampanyaları ve askeri sanayi kompleksinin büyümeye devam etmesine bakıldığında, her iki büyük partinin liderlerinin söylem ve kararlarına demokrasi ya da insan haklarına saygının değil, militarizm, grup düşüncesi, büyük şirket çıkarları ve açgözlülüğün yön verdiğini görmek çok kolay. Sonuç olarak, ABD sadece gelişmekte olan dünyadaki yoksul ülkelerden değil, aynı zamanda gelişmiş dünya içindeki daimi müttefiklerinin birçoğundan da giderek daha fazla uzaklaşıyor.

Bu başarısızlıklar göz önüne alındığında, Amerikan dış politikasını köklü bir değişime sokmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Bunun yolu da İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan iki partili uzlaşı ortamının başarısızlığını kabul etmek ve insan hakları, çok seslilik ve küresel dayanışmayı merkeze alan yeni bir vizyon belirlemekten geçiyor.

Utanç Verici Bir Sicil

Soğuk Savaş döneminden bu yana, her iki büyük partinin politikacıları da ABD'yi yıkıcı ve kazanılması mümkün olmayan yabancı askeri çatışmalara sürüklemek amacıyla insanları korkutma ve herkese doğrudan yalan söyleme yolunu seçtiler. Başkan Johnson ve Nixon, domino teorisi adı verilen ve bir ülkenin komünizme yenik düşmesi halinde çevre ülkelerin de yenik düşeceği düşüncesiyle Vietnam iç savaşında antikomünist bir diktatörü desteklemek üzere yaklaşık üç milyon Amerikalıyı Vietnam'a gönderdi. Bu teori yanlış çıktı ve savaş da tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Üç milyon kadar Vietnamlı ve 58.000 Amerikan askeri öldürüldü.

Vietnam'ın yerle bir edilmesi Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'a yeterli gelmedi. Savaşı Kamboçya'ya doğru genişlettiler ve yüz binlerce insanın daha ölümüne yol açan muazzam bir bombardıman harekatı düzenleyerek, iki milyon kadar Kamboçyalının ölümüne yol açan diktatör Pol Pot'un yükselişine destek oldular. ABD, büyük kayıplar vermesine ve çok büyük miktarlarda para harcamasına rağmen, sonunda aslında hiç girmemesi gereken bir savaşı kaybetti. Bu süreçte ülkenin yurt dışındaki ve yurt içindeki itibarı ciddi anlamda zedelendi.

Washington'un dünyanın geri kalanındaki sicili de bu dönemde pek iyi değildi. ABD hükümeti komünizm ve Sovyetler Birliği ile mücadele adına İran, Guatemala, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Dominik Cumhuriyeti, Brezilya, Şili ve diğer ülkelerdeki askeri darbeleri destekledi. Bu müdahaleler genellikle kendi halklarını gaddarca ezen ve yolsuzluk, şiddet ve yoksulluğu daha da arttıran otoriter rejimleri desteklemek için yapıldı. Washington bugün hala bu tür müdahalelerin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Bu ülkelerin çoğunda ABD dış politikasını daha da karıştıran ve Amerikan çıkarlarına zarar veren derin bir şüphe ve düşmanlık hakim.

Bir sonraki dönemde, yani 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından, Washington aynı hataların çoğunu tekrarladı. Başkan George W. Bush yaklaşık iki milyon ABD askerini ve 8 trilyon doların üzerinde bir meblağı "teröre karşı küresel savaşa" ve Afganistan ile Irak'taki yıkıcı operasyonlara adadı. Irak savaşı da tıpkı Vietnam gibi düpedüz bir yalan üzerine inşa edilmişti. Bush, "Nihai kanıtı bekleyemeyiz -bu kanıt bir mantar bulutu şeklinde gelebilecek dumanı tüten bir silah olabilir" diyerek meşhur uyarısını yaptı. Ancak ortada ne bir mantar bulutu ne de dumanı tüten bir silah vardı; çünkü Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in elinde herhangi bir kitle imha silahı bulunmuyordu. Savaşa ABD'nin pek çok müttefiki karşı çıktı ve Bush yönetiminin savaş öncesi tek taraflı, tek başına hareket eden yaklaşımı Amerika'nın itibarını ciddi şekilde zedeledi ve dünya çapında Washington'a olan güveni sarstı. Buna rağmen, Kongre'nin her iki kanadında da çoğunluk 2003 işgaline izin verilmesi yönünde oy kullandı.

Irak savaşı bir istisna değildi. ABD, terörle savaş adına işkence, yasadışı gözaltı ve "olağanüstü tutuklamalar" (extraordinay renditions) gerçekleştirdi. Dünyanın dört bir yanındaki şüphelileri gözaltına aldı. Onları Küba'daki Guantánamo Körfezi hapishanesinde ve CIA'in çeşitli ülkelerdeki "gizli hapishanelerinde" uzun süreler boyunca tuttu. ABD hükümeti, yurt içinde ve yurt dışında kapsamlı bir gözetleme faaliyetine yol açan Vatanseverlik Yasası'nı uygulamaya koydu. Afganistan'da yirmi yıldır süren savaş binlerce ABD askerinin ölümüne ya da yaralanmasına ve yüz binlerce Afgan sivilin hayatını kaybetmesine neden oldu. Bugün, tüm bu acılara ve harcamalara rağmen Taliban yeniden başa geçti.

İkiyüzlülüğün Bedeli

Washington'daki dış politika mekanizmasının Soğuk Savaş ve teröre karşı küresel savaşın başarısızlıklarından sonra dersini aldığını söyleyebilmeyi isterdim. Ancak, birkaç kayda değer istisna dışında, ders alınmış değil. Başkan Donald Trump, "Önce Amerika" dış politikası vaadine rağmen, dünya çapında sınırsız insansız hava aracı savaşını arttırdı, Orta Doğu ve Afganistan'a daha fazla asker gönderdi, Çin ve Kuzey Kore ile gerilimi tırmandırdı ve İran ile neredeyse feci bir savaşa giriyordu. Birleşik Arap Emirlikleri'nden Suudi Arabistan'a kadar dünyanın en tehlikeli tiranlarından bazılarını silaha boğdu. Her ne kadar Trump'ın kişisel çıkar ve yolsuzluk anlayışı yeni olsa da bunun kökleri kısa vadeli, tek taraflı çıkarlarını öne çıkaran ve uluslararası hukuka dayalı bir dünya düzeni inşa etmeye yönelik uzun vadeli çabaları hiçe sayan onlarca yıllık ABD politikasına dayanıyor.

Trump'ın militarizmi ise hiç de yeni bir şey değil. ABD son on yılda Afganistan, Kamerun, Mısır, Irak, Kenya, Lübnan, Libya, Mali, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Pakistan, Somali, Suriye, Tunus ve Yemen'de askeri operasyonlar düzenledi. ABD ordusu 80 ülkede yaklaşık 750 askeri üsse sahip ve Washington-Pekin ile gerilimi tırmandırdıkça ülke dışındaki varlığını daha da arttırıyor. Bu arada ABD, Gazze'yi yerle bir eden Netanyahu'nun İsrail'ine milyarlarca dolar askeri fon sağlıyor.

ABD'nin Çin politikası, ABD-Çin ilişkisini sıfır toplamlı bir mücadele olarak çerçeveleyen başarısız dış politika anlayışının bir başka örneği. Washington'daki pek çok kişi için Çin dış politikanın yeni korkulu rüyası, Pentagon'un bütçesinin giderek artmasını haklı çıkaran varoluşsal bir tehdit. Çin'in sicilinde eleştirilecek çok şey var: teknolojiyi çalmış olması, işçi haklarını ve medyayı baskı altında tutması, kömür enerjisini muazzam bir şekilde genişletmesi, Tibet ve Hong Kong üzerindeki baskıcı tutumu, Tayvan'a yönelik tehditkâr tavrı ve Uygur halkına yönelik acımasız politikaları. Ancak dünyanın en büyük iki karbon salımı yapan ülkesi Çin ve ABD arasında işbirliği yapılmadığı taktirde, mevcut iklim değişikliği tehdidine karşı bir çözüm bulunamaz. ABD-Çin işbirliği olmadan olası bir salgınla mücadele etmek de mümkün olmayacak. Washington, Çin ile bir ticari savaş başlatacağına, sadece çok uluslu şirketlere değil, her iki ülkedeki işçilere de fayda getiren, karşılıklı yarar sağlayan ticari anlaşmalar yapabilir.

ABD, Çin'i insan hakları ihlallerinden sorumlu tutabilir ve tutmalı da. Ancak Washington'un insan hakları konusundaki hassasiyetleri hayli sınırlı. Suudi Arabistan, bir trilyon doların üzerinde serveti olan bir aile tarafından kontrol edilen mutlak bir monarşi. Orada demokrasinin esamesi bile okunmuyor; vatandaşların muhalefet etme ya da liderlerini seçme hakkı yok. Kadınlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılıyor. Eşcinsel hakları neredeyse hiç yok. Suudi Arabistan'daki göçmen nüfus genellikle modern zamanların köleliğine mecbur bırakılıyor ve yakın zamanda yüzlerce Etiyopyalı göçmenin Suudi güçleri tarafından toplu şekilde öldürüldüğüne dair haberler çıktı. Ülkenin önde gelen birkaç muhalifinden biri olan Cemal Kaşıkçı, Suudi elçiliğinden bir bavulun içinde, Suudi ajanlar tarafından öldürüldükten sonra parçalara ayrılmış şekilde çıkarıldı. ABD istihbarat kurumları, bu olayın Suudi Arabistan'ın fiili yöneticisi Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın emriyle gerçekleştiği sonucuna vardı. Ancak tüm bunlara rağmen Washington, Mısır, Hindistan, İsrail, Pakistan ve BAE gibi insan hakları ihlallerini alışkanlık haline getiren ülkelere olduğu gibi Suudi Arabistan'a da silah ve destek sağlamaya devam ediyor.

ABD'nin askeri maceraperestliği ve tiranlara verdiği ikiyüzlü destek dışında, zararlı olduğu anlaşılan başka şeyler de var. Washington'un son yıllarda girdiği uluslararası ticaret anlaşmaları bunlardan biri. Yıllarca Amerikalılara Çin ve Vietnam'daki komünistlerin ne kadar tehlikeli ve korkunç oldukları ve ABD'nin ne pahasına olursa olsun onları yenmesi gerektiği anlatıldı. Bugün ise kurumsal Amerika'nın farklı bir bakış açısına sahip olduğu ortaya çıktı. ABD merkezli büyük çok uluslu şirketler bu otoriter ülkelerle "serbest ticaret" yapma fikrine bayıldılar. Amerikalılara ödedikleri ücretin çok altında bir ücretle yurtdışında yoksul işçileri çalıştırma fırsatını kaçırmadılar. Böylece, iki partinin desteği ve şirket dünyası ile ana akım medyanın amigoluğuyla Washington, Çin ve Vietnam ile serbest ticaret anlaşmaları yaptı.

Bunun sonuçları ise tam bir felaket oldu. Bu anlaşmaları takip eden yaklaşık yirmi yıl içinde ABD'de 40.000'den fazla fabrika kapandı, yaklaşık iki milyon işçi işini kaybetti ve işçi sınıfı Amerikalıların maaşları ciddi bir duraklama evresine girdi. Bu sırada şirketler milyarlar kazandı ve yatırımcıları ziyadesiyle ödüllendirdiler. Yurtiçinde verilen zararın ötesinde, bu ticaret anlaşmalarında işçileri ve çevreyi korumaya yönelik herhangi bir standart yoktu ve bu da denizaşırı ülkelerde yıkıcı etkilere yol açtı. Bu ticari politikalara tepki gösteren işçi sınıfı Amerikalılar Trump'ın başlangıçtaki yükselişini hızlandırdı. Bu grup, bugün hala Trump'ın işine yarıyor.

İnsanlar Kârdan Daha Önemli

Modern Amerikan dış politikası her zaman dar görüşlü ve yıkıcı değildi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasında, tarihin en kanlı savaşı yaşanmış olmasına rağmen, Washington Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki anlaşmaların yol açtığı acılardan ders almayı tercih etti. ABD, savaştan yenik çıkan ve ülkeleri harabeye dönen düşmanları Almanya ve Japonya'yı aşağılamak yerine, milyarlarca dolarlık devasa bir ekonomik iyileşme programına öncülük etti ve totaliter toplumların müreffeh demokrasilere dönüşmesine yardımcı oldu. Washington, İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan dehşetin bir daha yaşanmasını önlemek ve tüm ülkelerin insan hakları konusunda aynı standartlara tabi tutulmasını sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler'in kurulmasına ve Cenevre Sözleşmelerinin uygulanmasına öncülük etti. 1960'larda Başkan John F. Kennedy, dünyanın dört bir yanında eğitim, halk sağlığı ve girişimcilik konularını desteklemek, insani bağlar kurmak ve yerel kalkınma projelerini ilerletmek amacıyla Barış Gönüllüleri programını kurdu. Bu yüzyıla gelindiğinde ise Bush, başta Sahra Altı Afrika'da olmak üzere 25 milyondan fazla hayatı kurtaran ve AIDS Yardım Planı olarak bilinen PEPFAR'ı kurdu. Bush ayrıca 1,5 milyardan fazla sıtma vakasını önleyen Başkan'ın Sıtma Girişimi'ni de başlattı.

Dış politikaların amacı barışçıl ve müreffeh bir dünya yaratmaya yardım etmekse, dış siyaset kurumlarının benimsedikleri temel ilkeleri yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. Sonu gelmeyen savaşlara ve savunma anlaşmalarına trilyonlarca dolar harcamak, iklim değişikliğinin yarattığı tehdidi ya da salgın hastalık ihtimalini ortadan kaldırmayacak. Aç çocukları doyurmaya, nefreti azaltmaya, okuma yazma bilmeyenleri eğitmeye ya da hastalıkları tedavi etmeye de yaramayacak. Ortak bir küresel toplum yaratılmasına yardımcı olmayacak ve savaş olasılığını azaltmayacak. İnsanlık tarihi açısından çok önemli olan bu dönemde ABD, insanlar arası dayanışmaya ve zor durumdaki insanların ihtiyaçlarına dayalı yeni bir küresel harekete öncülük etmeli. Bu hareket o kadar güçlü olmalı ki, birkaç bin milyarderin ekonomik ve siyasi güç sahibi olduğu uluslararası oligarşinin açgözlülüğüne karşı koyma cesaretini gösterebilmeli.

Ekonomi politikaları, dış politikalar ile aynı aslında. Varlıklı şirketler ve milyarderler ekonomik ve siyasi sistemlerimizi ellerinde tuttukları sürece, dış politika kararları da dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun değil, onların maddi çıkarları tarafından yönlendirilecek. İşte bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, gezegenin en zengin yüzde 1'lik kesiminin en alttaki yüzde 99'luk kesimden daha fazla servete sahip olduğu, milyonlarca çocuk açlık çekerken ya da kolayca önlenebilir hastalıklardan ölürken bazı insanların düzinelerce eve, özel uçaklara ve hatta tüm adalara sahip olmasına olanak tanıyan eşi benzeri görülmemiş gelir ve servet eşitsizliğinin ahlaki ve ekonomik rezaletini ele almalı. Amerikalılar, milyarderlerin ve büyük şirketlerin trilyonlarca serveti saklamalarına ve kendilerine düşen adil vergi payını ödemekten kaçmalarına olanak tanıyan vergi cennetlerinin ortadan kaldırılması konusunda uluslararası topluma öncülük etmeli. Buna vergi cenneti olarak hizmet veren ülkelere yaptırım uygulamak ve ABD'nin finansal sistemine erişimlerini kesmek için ABD'nin sahip olduğu muazzam ekonomik gücü kullanmak da dahil. Tax Justice Network'e (Vergi Adaleti Ağı) göre, bugün 21 trilyon ila 32 trilyon dolar arasında olduğu tahmin edilen mal varlığı, denizaşırı vergi cennetlerinde bulunuyor. Bu servet toplumlara herhangi bir fayda sağlamıyor. Vergiye tabi olmadığı gibi harcanmıyor bile; sadece zenginlerin daha da zenginleşmesini sağlıyor.

Washington, sadece Wall Street yatırımcılarına değil, tüm ülkelerin işçilerine ve yoksullarına fayda sağlayacak adil ticari anlaşmalar tasarlamalı. Buna ek olarak, net yaptırım mekanizmalarına sahip güçlü, bağlayıcılığı olan iş ve çevre mevzuatlarının oluşturulması gerekiyor. Ayrıca, yatırımcıların dış kaynak kullanımını kolaylaştıran koruyucu düzenlemeler de kaldırılmalı. Bu anlaşmalar müzakere edilirken işçilerden, Amerikan halkından ve ABD Kongresi'nden görüş alınmalı. Şu anda ise ticari müzakere sürecine yalnızca büyük çok uluslu şirketlerin lobicileri yön veriyor.

Amerika Birleşik Devletleri ayrıca aşırı askeri harcamaları kesmeli ve diğer ülkelerden de aynı şeyi yapmalarını talep etmeli. Çevre, ekonomi ve kamu sağlığı alanlarında devasa sorunlarla karşı karşıya olan dünyanın önde gelen ülkeleri, büyük savunma müteahhitlerinin dünyaya silah dağıtarak insanların birbirini yok etmesine yol açmasına ve rekor kârlar elde etmesine izin vermemeli. ABD, bu yıl orduya yaklaşık 900 milyar dolar ayırmayı planlıyor (bu rakama ek harcamalar dahil değil) ve bunun neredeyse yarısı zaten son derece kârda olan az sayıda savunma müteahhidine gidecek.

Amerikalıların çoğunluğu gibi ben de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ukrayna'yı yasadışı yollarla işgal etmesine karşı koymanın ABD'nin ve küresel toplumun menfaatine olduğuna inanıyorum. Ancak pek çok savunma müteahhidi bu savaşı öncelikle kendi ceplerini doldurmanın bir yolu olarak görüyor. Eski adı Raytheon olan RTX Corporation, 1991 yılından bu yana Stinger füzelerinin fiyatlarını yedi kat arttırdı. Bugün, Ukrayna'ya gönderilen her bir Stinger'ı yenilemek ABD'ye 400.000 dolara mal oluyor. Bu artış ne enflasyonla ne artan maliyetlerle ne de kalitede kaydedilen ilerlemelerle açıklanabilir. Bu açgözlülük sadece Amerikalı vergi mükelleflerinin değil, Ukraynalıların da hayatına mal oluyor. Müteahhitler kazançlarını artırırken, cephedeki Ukraynalılara daha az silah ulaşıyor. Kongre, yapılan sözleşmeleri daha yakından incelemeli, aşırı olduğu ortaya çıkan ödemeleri geri almalı ve bu tür vurgunları engellemek için bir tür vergi koymalı.

Bu arada Washington, kısa vadeli siyasi çıkarlarına uygun hareket etmeyen uluslararası kurumları yıpratmaktan vazgeçmeli. Dünya ülkeleri bombalar yağdırmak ya da silahlı çatışmaya girmek yerine görüş ayrılıklarını tartışmalı ve müzakere etmeli. ABD aidatlarını ödemeli, BM reformuna doğrudan katılmalı ve İnsan Hakları Konseyi gibi BM organlarını desteklemeli. ABD ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesine artık katılmalı ve Washington'un uygun görmediği kararlar aldığında mahkemeye saldırmayı da bırakmalı. Başkan Joe Biden Dünya Sağlık Örgütü'ne yeniden katılarak doğru bir seçim yaptı. Şimdi ABD, DSÖ'ye yatırım yapmalı, salgın hastalıklara hızla müdahale etme kabiliyetini güçlendirmeli ve Big Pharma'nın kârlarına değil, dünyanın dört bir yanındaki yoksul ve çalışan insanların yaşamlarına öncelik veren uluslararası bir salgın anlaşmasını müzakere etmek için DSÖ ile birlikte çalışmalı.

Şimdi Dayanışma Zamanı

Dış politikada bu değişimi gerçekleştirmenin maliyeti, faydasının yanında çok az kalır. ABD'nin insan haklarına daha tutarlı bir şekilde destek vermesi, kötü aktörlerin adaletle yüzleşmesini daha olası hale getirecek ve insan hakları ihlallerinde bulunma ihtimallerini azaltacaktır. Ekonomik kalkınma ve sivil topluma yapılan yatırımların artması milyonlarca insanı yoksulluktan kurtaracak ve demokratik kurumları güçlendirecektir. ABD'nin adil uluslararası çalışma standartlarına verdiği destek milyonlarca Amerikalı işçinin ve dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca insanın ücretlerini yükseltecektir. Zenginlerin vergilerini ödemelerini sağlamak ve denizaşırı sermayenin önünü kesmek, mali olarak önemli kaynaklar sağlayacaktır. Bu kaynaklar küresel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılabilir ve demokrasilerin başarılı olabileceğine dair inancın yeniden oluşmasına yardımcı olabilir.

Hepsinden önemlisi, dünyanın en eski ve en güçlü demokrasisi olan ABD şunu kabul etmeli: Biz, gücümüzü zenginliğimizden ya da askeri imkanlarımızdan değil, özgürlük ve demokrasi değerlerimizden alıyoruz. İklim değişikliğinden küresel salgın hastalıklara kadar çağımızın en büyük zorluklarını aşmak için bize gereken şey işbirliği, dayanışma ve kolektif eylem olacak, militarizm değil.


Bu yazı Foreign Affairs’te 18 Mart 2024 tarihinde “A Revolution in American Foreign Policy” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.