×
AVRUPA
23.04.2024

ANALİZ

Avrupa'da Aşırı Sağ Homojen Değil, Bölünmüş Bir Cephe!

Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin paylaştıkları ortak noktalar var. Ancak aralarındaki ideolojik ve politik bölünmeler çok daha keskin.
BÜTÜN BİR SİYASİ düşünceyi George Soros'a duyulan nefret üzerine inşa etmek mümkün mü? Avrupa'nın aşırı sağı, son yıllarda sol-liberal davaları finanse etmek için milyarlar harcamış olan bu finansçıyı kötülemekten aldığı hazzı hiçbir şeyden almıyor. Soros'un memleketi Macaristan'ın başbakanı Viktor Orban, can düşmanı Soros'u reklam panolarına yerleştirdi ve onu "küreselciliğin" korkunç bir temsilcisi olarak gösterdi.

İtalya'daki mevkidaşı Giorgia Meloni, bir keresinde Soros'u ülkesinin siyasetini manipüle etmeye çalışan bir "tefeci" olmakla suçlamıştı. Fransa'da Ulusal Birlik Partisi (RN) lideri Marine Le Pen, “Soros tarafından finanse edilen STK'ların gizliden gizliye Avrupa mahkemelerini manipüle ediyor” olabileceğini söyledi. İnternetin pek de ılımlı sayılamayacak yerlerinde ise durum farklı. Burada popülistlerin destekçileri, bu korkunç canavarın Dünya Ekonomik Forumu ve küresel elitin diğer üyeleriyle birlikte, Covid-19 salgınının düzenlenmesinde oynadığı role dair teoriler paylaşıyor.

Soros karşıtlarının yelkenlerini şişiren bir siyasi rüzgar var. 6-9 Haziran'daki Avrupa seçimlerinde, aşırı sağın muhtelif partileri şu anda beşte bir olan koltuk sayılarını dörtte bire çıkarma yolunda ilerliyor. Anketler, aşırı sağcıların Avrupa Parlamentosu'nda ilk kez diğer siyasi gruplardan daha fazla üyeye sahip olabileceklerini ve merkez sağı kıl payı geride bırakacaklarını gösteriyor. AB'nin en güçlü yürütme organı olan Avrupa Komisyonu'nda yönetimin, seçim sonrası en güçlü partinin liderine geçeceği düşünülürse, bu siyasi bir deprem anlamına geliyor. Ancak seçimler sadece hafif sarsıntılara yol açacak. Her şeyden önce, merkezi gruplardan oluşan ve şimdiye dek yönetimde yer alan geniş ittifak, eskisinden daha dar bir çoğunluğa sahip olsa da çoğunluğu elinde tutmaya devam edecek. Milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin bu statükoya meydan okuyabilmesi için tutarlı ve birleşik bir ittifak oluşturmaları gerekiyor. Ancak aşırı sağcılar Soros'tan ne kadar nefret ediyorsa, birbirlerinden de o kadar nefret ediyor. Napolyon'un ordusuyla harekete geçmesinden bu yana Avrupa'da yaşanan en büyük bölünme bu.

Avrupa'nın aşırı sağı genel olarak iki kampa bölünmüş durumda. Siyasi merkeze daha yakın olan yumuşak Euroseptikler, Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) partisi içinde bir araya gelme eğilimindeler. Meloni'nin İtalyan Kardeşleri ya da İsveç Demokratları gibi bazı grupların kökleri post-faşist hareketlere dayanıyor ve üyeleri oldukça çirkin şeyler söylemeye meyilli. Polonya'daki Hukuk ve Adalet Partisi gibi diğerleri ise sadece yabancı düşmanlığı yapmaktan zevk alıyor ve Orban'ın yanında saf tutuyor (Orban'ın Fidesz partisi bir gün ECR'nin bir parçası haline gelebilir). Daha sağda ise Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu var. Bu grupta Le Pen'in ekibinin yanı sıra şu anda iktidar koalisyonundaki üç partinin de üzerinde oy alan Almanya için Alternatif (AfD) ve Kasım ayında Hollanda'da yapılan seçimlerde birinci gelen ancak henüz bir hükümet kuramayan Geert Wilders'in PVV'si yer alıyor.

Aşırı sağın önde gelenleri paylaştıkları ortak noktaları ön plana çıkarıyor: Avrupa'nın çok fazla göçmen kabul ettiğine dair inanç, AB'nin gücünü geri alma arzusu, sözde "woke" diktasından duyulan hoşnutsuzluk. Ancak ideolojideki bölünmeler çok keskin. Dış politikayı ele alalım. Orban ve Meloni yakında aynı siyasi grupta yer alabilirler. Yine de Ukrayna konusundaki görüşleri Trumpizm'in tutarlı görünmesini sağlıyor. Orban, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ve 8 Mart'ta Florida'da bir araya geleceği eski Amerikan Başkanı'nın iflah olmaz bir hayranı. Oysa Meloni geçen hafta Ukrayna'ya destek konusunda görüşmek üzere Beyaz Saray'ı ziyaret etmiş ve Joe Biden'dan alnına babacan bir öpücük almıştı. Polonya ve Estonya'daki aşırı sağcı partiler Rus olan her şeyden nefret etmeleriyle bilinirken, Fransa'daki müttefikleri ise bir Rus bankasından kredi almayı dert etmiyorlar.

AB'de kalıp kalmama sorusu da bir o kadar çetrefilli. Fransız Ulusal Birlik Partisi (RN), eskiden AB'den ayrılmayı savunuyordu; ancak tıpkı Wilders gibi merkeze yakın durmak için görüş değiştirdi. Orban ve eski Polonyalı müttefikleri AB'yi içeriden değiştirebileceklerini düşünüyorlar. AfD ve Avusturya'daki FPÖ'nün bir kısmı ise hala AB'den ayrılmak istiyor. Sosyal meseleler de bir başka sürtüşme kaynağı. Popülistlerin çoğu, örneğin eşcinsel evlilikler söz konusu olduğunda, kültürel olarak muhafazakâr bir tutum sergiliyor. Ancak Hollanda'nın aşırı sağı, Müslüman göçmenlerin ülkenin doğuştan gelen liberalizmini tehlikeye atacağından korktukları için eşcinsel haklarını savunuyor.

Ocak ayında bazı AfD üyelerinin, yurtdışında doğmuş Almanların "ülkelerine geri göç etmelerini" gündeme getirdiği yönünde haberler ortaya çıktı. Bunun üzerine RN ile Almanya'daki sözde müttefikleri arasında bir sürtüşme başladı (parti bu olaydan popülistlerin bir diğer düşmanı olan ana akım medyayı sorumlu tuttu). Le Pen yıllarını partisini daha saygın hale getirmek için harcadı ve 2015 yılında kurucusu olan babası Jean-Marie'yi partiden atacak kadar ileri gitti. Kendi bünyesinden temizlediği görüşleri savunan bir partiyle güçlerini birleştirmek niyetinde değil. Bu nedenle ID grubu Avrupa seçimleri öncesinde ortak bir manifesto hazırlamaya bile çalışmayacak.

Sağ Kadro 

Aşırı sağ, bölünmeler yaşayan tek siyasi aile değil. Fakat aralarındaki ayrılıklar diğerininkine kıyasla daha derin olabiliyor. Bu da gayet anlaşılır bir durum: Popülistlerin sıklıkla hayal ettiği "sıfır toplamlı" dünyada "önce ben" anlayışına sahip bir milliyetçilik, komşunun "önce ben" anlayışına sahip milliyetçiliğiyle her zaman uyumlu olmayabiliyor. Partilerin çoğu, ister ulusal düzeyde ister AB düzeyinde olsun, rakip siyasi güçlerle uzlaşmaya varacak deneyime sahip olmayan esasında tek adamlardan oluşan gruplar. Muhalefette kalmaya alışmış partiler, politikalarını hayata geçirmek için kirli anlaşmalar yapmak yerine ideolojik olarak saf kalmayı tercih ediyor.

Haziran seçimlerinden sonra, Le Pen ve Meloni gibileri Brüksel'de bir zamanlar olduğundan daha önemli hale gelecekler. İtalya ve muhtemelen Hollanda gibi aşırı sağ hükümetler, komisyon üyesi olmak üzere özel temsilciler gönderecek ve bir zamanlar merkezcilere ayrılmış olan önemli pozisyonları talep edecekler. Popülistler bir bütün olarak ele alınırsa, Ukrayna'ya yardım ya da daha çevreci kuralların benimsenmesi gibi Avrupa projelerine karşı çıkma konusunda daha fazla güce sahip olacaklar. Ancak gerçek anlamda etkili olabilmeleri için sadece neye karşı çıktıklarından ziyade ne istedikleri konusunda da uzlaşmaları gerekecek. Gücü elinde tutanlara kızmak, gücü elinde tutmaktan çok daha kolay.


Bu yazı, The Economist’te “Fifty shades of brown: how splits in Europe’s hard right sap its power” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.