×
KÜLTÜR

ANALİZ

“Halkın İradesi” Hukukun Üstünlüğüne Karşı!

Siyasi iktidarlar ve siyasetçiler, "halk iradesine" dayanarak temel hukuk ilkelerini dönemsel ruh hallerine uyacak şekilde çiğneyebilir ya da eğip bükebilirlerse, yönetim tek kişinin iradesiyle şekillenmeye başlar.
SERBEST SEÇİMLERDE tecelli eden halkın iradesi ve bağımsız mahkemeler tarafından desteklenen hukukun üstünlüğü, liberal demokrasinin iki temel direği, bize okullarda böyle öğretildi. Ancak bu iki temel ilke Washington'dan Londra'ya, Paris'ten Berlin'e ve Varşova'dan Kudüs'e, giderek kutuplaşan toplumlarda sorgulanmaya devam ediyor. Popülist politikacılar "halk iradesinin" anayasanın, anlaşmaların ya da kuvvetler ayrılığının önüne geçmesini talep ediyor.

Demokrasinin uzun vadeli sağlığı için hukukun ve yargının üstün gelmesi hayati önem taşıyor. Eğer siyasetçiler temel hukuk ilkelerini o anki ruh haline uyacak şekilde çiğneyebilir ya da eğip bükebilirlerse, özgürlük ve insan haklarının geleceği tehlikeye girer.

Donald Trump, Kongre'nin Joe Biden'ı kendisinin halefi olarak seçmesini engellemek üzere 6 Ocak 2021'de Kongre Binası'nın destekçileri tarafından basılmasını hem teşvik hem de tasvip etmişti. Yüksek mahkeme, Donald Trump'ın yeniden başkan adayı olmasına izin veren kararını açıkladı. Colorado ve Maine olmak üzere iki eyalet Trump’ı oy pusulasından çıkarmıştı.

Aslında iç savaşın hemen ardından kabul edilen 14. anayasa değişikliği, "daha önce Birleşik Devletler Anayasasını destekleyeceğine dair yemin etmiş olan (...), Birleşik Devletlere karşı ayaklanma veya isyana karışmış veya düşmanlarına yardım veya yataklık etmiş olan hiç kimsenin Birleşik Devletler veya herhangi bir Eyalet altında sivil veya askeri herhangi bir görevde bulunamayacağını" belirtiyor.

Ancak, en güçlü Cumhuriyetçi aday adayının Beyaz Saray'ı yeniden kazanma şansını yargı yoluyla elinden almak, destekçileri arasında bir öfke fırtınası koparabilir ve belki de daha geniş bir demokrasi inkarı hissi uyandırabilirdi. Trump'tan nefret eden bazı kişiler bile, Trump'ın seçimlerde mağlup olmasının, yargıçlar tarafından adaylığının engellenmesinden daha akıllıca olacağını savunuyor.

Aynı sorun, Birleşik Krallık'ta da defalarca ortaya çıktı. 2016 yılında yüksek mahkeme, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılma niyetini duyurmak için hükümetin parlamentonun onayını alması gerektiğine karar verdi. Daily Mail gazetesi bu hakimleri "halk düşmanı" şeklinde yaftaladı. Yüksek Mahkeme 2019'da Boris Johnson'ın parlamentoyu feshetme kararını iptal etti. Yakın zamanda da Ruanda'nın İngiltere'ye sığınan insanların gönderilebileceği güvenli bir ülke olmadığına oybirliğiyle karar verdi. Bu iki olayda da popülist politikacılar "hakimlerin yönetimi" olarak adlandırdıkları şeyi kınadı ve hakimlerin yetkilerini kısıtlamaya ant içti.

Hakimler, hükümetin ya da parlamentonun yasa dışı ya da anayasaya aykırı davrandığını söylerse bu elbette siyaseten sakıncalı olur ancak bu kararlara saygı duyulması ve sadakatle uygulanması da demokrasinin temel güvencesi.

İngiltere, yazılı bir anayasasının olmamasına ve kanunlar ile gayri resmi sözleşmelerin bir karışımı ile yönetilmesine rağmen, mahkemeleri, İngiltere'nin kurucu imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve bu sözleşmeden doğan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına uymakla yükümlü.

Geçtiğimiz aylarda Fransa Anayasa Konseyi, parlamentonun geçen ay kabul ettiği göç yasasının önemli bir bölümünü iptal etti. Les sages (bilge kişiler), yasanın öne sürdüğü tedbirlerin üçte birinden fazlasını kabul etmedi. Söz konusu tedbirler arasında; parlamentoyu yıllık göç kotaları belirlemekle yükümlü kılan, Fransız vatandaşlar ile yabancılar arasında ve sosyal hizmetlerden yararlanan çalışan ve çalışmayan yabancılar arasında ayrımcılık yapan ve yabancı uyrukluların Fransa'da doğan çocuklarına otomatik vatandaşlık verilmesini engelleyen hükümler yer alıyordu.

Muhafazakar muhalefet, azınlık hükümetini ilk yasa tasarısında ağır düzenlemeler yapılmasını kabul etmeye zorlamıştı. Hemen ardından bu yasayı Anayasa Konseyi’ne sevk eden Emmanuel Macron, zamanında tasarının bazı bölümlerinin anayasaya aykırı olduğunu bile bile evet oyu verdiği için ikiyüzlülükle suçlanmıştı. Konseyin kararı, beklendiği gibi parlamentonun ve halkın iradesine karşı yapılan bir "yasal darbe" olarak nitelendirildi ve ana akım muhafazakar Cumhuriyetçiler ile Marine Le Pen'in aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi, göç kotaları konusunda referanduma gidilmesi için anayasanın değiştirilmesini talep etti. Ancak anayasayı değiştirmek için parlamentonun her iki kanadının da aynı ifadeleri benimsemesi ve ardından her iki meclisin özel bir kongrede beşte üç çoğunluk sağlaması gerekiyor. Gerçekleşmesi oldukça güç.

Almanya'da Federal Anayasa Mahkemesi, geçen yıl Covid-19'un telafisi için bütçe dışı özel bir fonda biriken parayı ülkenin yeşil enerjiye geçiş sürecine yatırıma yönlendirme girişiminin anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Karar, Şansölye Olaf Scholz'u hükümetin doldurmakta zorlandığı büyük bir bütçe boşluğuyla baş başa bıraktı. Mahkeme kararı, 2009'daki küresel mali kriz sırasında yürürlüğe giren ve acil durumlar dışında bütçe açıklarını ciddi şekilde kısıtlayan anayasal borç freninin değiştirilmesi konusunda mantıklı bir tartışmanın başlamasına neden oldu. En azından Almanya'da hiç kimse, hakimleri "halk düşmanı" olarak damgalamadı ya da kellelerinin uçurulmasını talep etmedi.

Geçen yıl İsrail'de Benjamin Netanyahu'nun aşırı sağcı hükümeti bir girişimde bulundu. Hükümetin bağımsız yüksek mahkemenin hükümet kararlarını ve atamalarını geçersiz kılmak için ikinci dereceden anayasal hükümleri yorumlama ve tek meclisli parlamentonun kabul ettiği yasaları reddetme hakkını kısıtlama girişimi aylarca süren sivil huzursuzluğa neden oldu.

Hakkında yolsuzluk suçlamasıyla dava açılan Netanyahu, yargı atamaları üzerinde siyasi kontrol kurmaya çalışarak, halkın iradesinin seçilmemiş bir yargıya üstün gelmesi gerektiğini savundu. Hükümetinin aşırı sağcı üyeleri ise Yahudi dini hukukunun her halükarda temel hukuktan üstün olması gerektiğini savunuyor. Yüksek mahkeme bu ay, hükümetin kararlarını bozmak için "makuliyet" ilkesini kullanmasına engel olacak bir düzenlemeyi iptal etti.

Polonya'da demokratik yollarla seçilmiş milliyetçi bir hükümet AB'ye meydan okudu. Anayasa mahkemesini ve savcılıkları kendisine sadık kişilerle doldurarak ve yargıçları disiplin cezalarına çarptırabilecek siyasi kontrollü bir organ oluşturarak yargının bağımsızlığını ortadan kaldırdı. Şimdi AB yanlısı bir hükümet, seleflerinin yarattığı tahribatı tersine çevirmeye çalışıyor, ancak mahkemenin kararlarını görmezden gelerek hukukun üstünlüğünü bizzat ihlal etmekle suçlanıyor.

Tüm bu farklı durumların ortak noktası şu: Bir demokraside halkın iradesi mutlak olmamalı ve kanunlarla sınırlandırılmalı. Yoksa sonu hüsran olur.


Bu yazı, The Guardian’da, “From Germany to Israel, it’s ‘the will of the people’ v the rule of law. Which will win?” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında kısaltmalar ve editoryal düzenleme yapılmıştır.