×
AFRİKA

ANALİZ

Kurumsallaşmış Eşitsizlik: Kuzey-Güney İlişkileri

Batılı aktörler (“kuzey ülkeleri”) ve dünyanın geri kalanları (“güney ülkeleri”) arasındaki Kuzey-Güney ilişkileri, iki taraf arasında sömürgecilik döneminde inşa edilen asimetrinin korunmasına yönelik, yeni bir konumlanmayı beraberinde getirdi.
KÜRESEL GÜVENSİZLİK çağına ulaşmış bulunmaktayız. Dünya, rekabetin ve çatışmanın ulaştığı bu düzeyi on yıllardır tecrübe etmemişti. Cari uluslararası düzenin yeniden bir yol ayrımına yaklaştığını artık çıplak gözle görmek mümkün hale geldi. Güçlü devletler, rekabetin sertleşmesiyle yeni mücadele sahaları bulurken, müesses nizam hırpalandı ve yara aldı. Böyle zamanların en belirgin semptomlarına ilk olarak en zayıf ülkelerde şahit oluruz. İç çekişmeler, terör, darbe, ekonomik kriz, savaş, yıkım ve göçler uluslararası dengenin bozulduğunun habercisi siyasal olaylardır. Çünkü dış dünyadan yalıtılmış hiçbir ülke veya sosyal grup yoktur, dolayısıyla söz konusu olaylar küresel konjonktürden ve dış etkilerden bağımsız değillerdir. Dezavantajlı ülkelerde hüküm süren sert rekabetin neticesinde yaşanan kırılmaların, yine bu ülkeleri hedef alan yıkımlara kapı aralaması yalnızca güçlü devletlerin tahakküm maksatlı eylemlerinden kaynaklanmıyor. Karşılıklı bağımlılık olarak tanımlanan ağların inşa ettiği sistemin eşitsiz ve döngüsel yapısı hedef ülkeleri savunmasız birer nesne haline getirdi. Dekolonizasyon (veya sömürgesizleştirme) sürecinden bu yana güçlü devletlerin istekleriyle biçimlendirilen ilişkilerin formel ve görünür yüzünde dahi üstünlükçü bir yaklaşım egemen olmuştur. Çoğunluğu eski sömürgeci devletler olan gelişmiş Batılı aktörler, kendilerini “kuzey ülkeleri”, dünyanın geri kalanını da “güney ülkeleri” olarak isimlendirdiler. Elbette bu ayrım, coğrafi bir farklılığa değil, ekonomi ve gelişme olgularına gönderme yapmaktaydı. Kuzey ülkeleri, sömürge sonrası oluşan Güney ülkelerine dış yardımlar ve yatırımlarla “destek” olacak, iktisadi gelişmelerine katkı yapacaktı. Böylelikle hem sömürge sonrası devletler siyasi ve ekonomik açıdan olgunlaşacak hem de eski sömürgeciler sürdürülebilir ortaklıklar elde etmiş olacaktı. 

Ancak Kuzey-Güney ilişkileri, iki taraf arasında sömürgecilik döneminde ve sömürgecilik vasıtasıyla inşa edilen asimetrinin korunmasına dönük bir yeni konumlanmayı beraberinde getirdi. Gelişme odaklı Kuzey-Güney ayrımı, ilk ortaya atıldığından beri açıkça Kuzey’in üstünlüğünü muhafaza ediyor. Gelişme merkezli kategorilerde kayda değer bir geçişkenliğin olmaması bu kavramları artık kuşkulu hale getirdi. Gelişmiş, gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerin bu şekilde tasnif edilmesi sonucunda altmış yıldan fazladır süren politikalara ve çabalara rağmen bir üst kategoriye yükselen hiçbir ülke olmadı. Gelişmekte olan ülkeler içinde “çıkışta olan”lar da dahil hiçbiri “gelişmiş ülke” sınıfını yakalayamadı. Oysa modernitenin ve zenginliğin kaynağı olarak görülen Kuzey ülkeleri uluslararası planda bir çeşit “geliştirici güç” olarak kabul görmüş, hemen her şey onların taleplerine göre tanzim edilmişti. Bertrand Badie’nin “İthal Devlet” eserinde söz ettiği gibi, sömürge sonrası devletlerde siyasal sistemden ekonomik düzene, hatta bürokratik teşkilatlanmaya kadar ne varsa Kuzey ülkelerinin yönlendirmeleriyle vücut buldu. Buna rağmen kategorilerde geçişkenliğin olmaması, nedense Kuzey ülkeleri için bir başarısızlık olarak görülmedi. Dahası, normları belirleyebilmenin üstünlüğüyle gelişmenin parametrelerini sıkça değiştirerek her ülkenin kendi yerinde kalmasını temin etmeyi tercih ettiler. 1960’larda gelişmenin ölçütü makro ekonomik kalkınma verileri iken, 1990’larda insani gelişme indeksinin parametreleri temel ölçütler olarak belirlendi. Böylelikle ekonomik ve teknolojik olarak hangi düzeye ulaşırsa ulaşsın “gelişmekte olan ülke” yaftası yemiş bir ülkenin “gelişebilmesinin” önüne geçilmiş oluyordu. Böyle bir düzende, makro ekonomik verileriyle ABD’nin önüne geçmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin; kişi başına düşen milli gelir ve alım gücü dikkate alındığında tüm Avrupa’nın önünde olan Katar’ın, yüksek büyüme oranlarıyla Afrika ülkelerinin gelişmiş ülke kabul edilmesinin imkânı yoktur. Meşhur şarkıdaki “işçisin sen, işçi kal” ifadesinin anlam kazandığı en çarpıcı örneklerden birine sahne olmaktadır Kuzey-Güney ilişkileri. 

Sömürge sonrasında kurulan yeni devletlerin teknik ve finansal araçlardan mahrum biçimde yola çıktığı, yeterli ve nitelikli insan kaynağına erişemediği ve devlet teşkilatını kurmakta zorlandığı açıktır. Fakat Kuzey ülkeleri, bahsi geçen yetersizlikleri ve eksiklikleri kısmen gidermekle beraber, üstlendiği rolü kendilerine yönelik bağımlılığı artırmakta kullanmışlardır. Uluslararası ilişkilerde dış yardım olgusu, uzun yıllar boyunca Türkiye’de “büyük devletlerin zayıf hükümetlere ihsanı” biçiminde algılandı. Aslında dış yardım, Kuzey-Güney ilişkilerinde Güney’in bağımlılığını kalıcı hale getiren en önemli enstrümanlardan biriydi. Batılı paradigmaya göre kalkınma işbirliği kapsamında yapılan dış yardımların temelde üç işlevi söz konusudur: Birincisi, belli bir bölgeyi daha bayındır hale getirerek tüketim alışkanlıklarını değiştirmek suretiyle yeni pazarlar üretmek. Böylelikle rekabet neticesinde istiap haddinden fazla üretilen malları satacak bir piyasa genişlemesini temin etmek. İkincisi, başta bürokratik ve ekonomik elitler olmak üzere yerel aktörlerin bağımlılığını artırmak. Neredeyse her dönemde dış yardımlardan en çok istifade eden bu iki odak olmuştur. Üçüncü ve son işlev ise, kendi taleplerini daha etkin şekilde dayatabilmek için baskı araçlarını genişletmek. Özellikle Afrika’da 1960’tan bu yana Fransa ve ABD gibi ülkelerin dış yardımı geri çekme tehdidine sıkça başvurdukları ve bu yolla pek çok konuda dayatmaları mümkün hale getirdiklerini unutmamak gerekir. Kuzey-Güney ilişkileri, 1980’lere kadar büyük oranda dış yardım ve ticaret merkezinde ilerlemiştir. 

1980’lerde ise dünya ekonomisinin neoliberal dönüşümü nedeniyle uluslararası finans kuruluşları devreye girmeye başladı. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası, Güney ülkelerini bir yandan neoliberal entegrasyon için teşvik ederken diğer yandan da ödemeler dengesinin sağlanması amacıyla “yapısal düzenlemeler”in hayata geçirilmesinin öncüsü haline geldiler. Bunun için de ithalatın düşürülmesi ve ihracatın artırılması hedefi koyuldu. Ayrıca devletin harcamalarında kısıtlamalar, kemer sıkma politikaları ve öncelikli sektörlerin belirlenmesine dair hamleler hayata geçirildi. IMF ve Dünya Bankası, kredi finansmanları karşılığında çok kısa zamanda ulusal politikalarda söz sahibi oldular. Uzun vadeli olarak tatbik edilen yapısal düzenlemeler, makro ekonomik düzeyde beklenen sıçramayı temin edemediği gibi, toplumsal refahta ciddi daralmalara neden oldular. Sonuç olarak uluslararası finans kuruluşlarının limitsiz yaklaşımları Güney ülkelerinde sosyo-politik statükonun korunmasına, neoliberal kıstasların piyasalara hâkim olmasına ve bu ülkelerin küresel ekonomik düzene daha fazla entegrasyonuna hizmet etmiş oldu. Geriye dönüp bakıldığında IMF gibi aktörlerin, hedef ülkelerin iç siyasi düzenlerine ve vatandaşlarının hayatlarını etkileyen politikalara müdahale iktidarını son derece pervasız biçimde kullanan nüfuz araçları olduğu görülüyor. Bundan ötürü devletlerin, on yıllardır ortaklık yapılan Afrikalı aktörlerin bile güvenini kaybetmiş durumdalar. 

Kuzey ülkelerinin Güney’le eşit olmaktan ve bu ülkelerin egemenlik haklarına saygı göstermekten uzak -üstünlükçü- ilişkiler geliştirmesi, tanımlarla başlayan, uygulamalarla gelişen ve çok taraflı aktörlerle kurumsallaşan bir güzergaha sahip. Kuzeyliler, maddi üstünlüklerini Güney ülkelerine karşı bir silah gibi kullanmışlar, kendi dayatmalarını meşrulaştırmışlar, Kuzeyli olmaktan dolayı her türlü müdahaleyi kendilerine hak görmüşlerdir. Sömürge sonrası devletler, gelişmiş Batılı devletlerin üstünlükçü tavrından sıkılıp başka ortaklıklar kurmak istediklerinde, yollarına yerel işbirlikçi elit ve “organik entelektüeller” (Gramsci) eliyle yürütülen askeri darbe, iç savaş, yaptırım gibi musibetler çıkarılmaktaydı. Küresel düzeyde konjonktürün değiştiği ve daha rekabetçi bir hal aldığı günümüzde, bu ülkelerde aynı yöntemlerle sadece hükümetlerin değil, dış politikadaki yörüngelerin de değiştiğine tanık oluyoruz. Kuzey-Güney işbirliğine alternatif olarak ortaya çıkan Güney-Güney işbirliğinin küresel iktisadi sistemi tamamlaması beklenirken, artık ayrışmaları beslediği gün gibi ortadadır. Fotoğrafa eklemleneceği düşünülen yeni aktörlerin, fotoğrafı yırtması elbette şaşkınlık yaratıyor. Şimdilerde her yerde patlak veren siyasi krizlerin gelişmiş Batı ülkelerinin nüfuz alanını daraltması düşündürücü bulunuyor. Aslında, Ukrayna Savaşı’nda ya da Pasifik mücadelesinde tedirgin biçimde yerini alan pek gelişmiş ülkelerin bazı soruların cevabını kendi geçmişlerinde aramaları gerekiyor. 

MURAT YİĞİT

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Dr.