×
ARAP DÜNYASI

ANALİZ

Amerika Orta Doğu’da Yangını Körüklüyor!

Onlarca yıldır verilen cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail'in bölgede istediği gibi davranmasına olanak tanıdı. Bu da İsrail'in bölge siyasetinin yanı sıra Filistinlilere yönelik uygulamalarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine yol açtı.
İRAN'IN, Suriye'nin başkenti Şam'daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına, insansız hava aracı ve füze saldırılarıyla misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu'yu ne kadar kötü yönettiğini gözler önüne seriyor. Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'e yönelik saldırısının arifesinde, bölgenin "on yıllardır olmadığı kadar sakin" olduğuna kendini inandıran ABD'li yetkililer, 7 Ekim’den beri, kötü olan durumu daha da kötüleştirecek şekilde adımlar atıyor. Kendilerini savunmak için söylenebilecek en iyi şey, Ortadoğu’nun kötüleştirilmesi konusunda yalnız olamadıkları ve bu noktada çok sayıda arkadaşlarının olduğu: Trump, Obama, Bush ve Clinton yönetimleri de bölgedeki işleri yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardı.

ABD Yönetiminin Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısına verdiği yanıtın üç ana hedefi vardı. Birincisi, İsrail'e kararlı bir destek vermekti. Bu noktada Biden yönetimi, söylemsel olarak İsrail’i destekledi, üst düzey İsrailli yetkililerle düzenli olarak görüştü, soykırım suçlamalarına karşı İsrail’i savundu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde ateşkes kararlarını veto etti ve İsrail’e sürekli ölümcül silahlar sağladı. İkinci olarak Washington Gazze'deki çatışmanın tırmanmasını önlemeye çalıştı. Son olarak hem Filistinli sivillere verilen zararı sınırlamak hem de ABD'nin imajına ve itibarına verilen zararı en aza indirmek için İsrail'i itidalli davranmaya ikna etmeye çalıştı.

ABD yönetiminin bu politikası başarısız oldu, çünkü bu üç amaç doğası gereği çelişkiliydi. İsrail'e koşulsuz destek vermek, İsrail yönetimine ABD'nin itidal çağrılarına kulak verme konusunda çok az teşvik sundu, dolayısıyla İsrail’in ABD’den gelen çağrıları görmezden gelmesi pek de şaşırtıcı olmadı. Gazze yerle bir edildi, şu anda en az 33.000 Filistinli (12.000'den fazlası çocuk) İsrail tarafından öldürüldü. Gelinen noktada ABD'li yetkililer artık Gazze’deki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu kabul ediyor. Ateşkes talep ettiklerini iddia eden Yemen'deki Husi milisleri, Kızıldeniz'deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma hâlâ kaynıyor; İşgal altındaki Batı Şeria'da şiddet hızla arttı. Son olarak İran, 1 Nisan'da konsolosluğunun bombalanmasına İsrail'e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenleyerek misilleme yaptı. Bu da daha geniş bir savaş ihtimalini artırdı.

Amerikalılar İran'ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın oldukları için bazıları tüm bu beladan Tahran'ı sorumlu tutmaya hevesli olabilir. Örneğin daha geçen hafta, New York Times'ın baş haberinde, İran'ın Batı Şeria'da huzursuzluğu ve şiddeti artırmak amacıyla bölgeye silah "akıttığı" belirtiliyordu.

Bu bakış açısına göre İran zaten alevler içinde olan bölgeye benzin döküyor. Ancak hikaye bu kadarla sınırlı değil ve çok daha fazlası var. Bunların çoğu da Amerika Birleşik Devletleri'ne fatura ediliyor.

Açık söyleyeyim: İran, hiçbir sempati duymadığım acımasız bir rejim tarafından yönetiliyor, ancak onun yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının cezalandırıcı etkilerine katlanmak zorunda kalan milyonlarca İranlı için üzülüyorum. Tamam, bu rejimin bazı eylemleri (örneğin, Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline verdiği destek) son derece sakıncalı. Peki Batı Şeria'ya (ya da Gazze'ye) küçük silahları sevk etme çabaları özellikle iğrenç mi? Ayrıca Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail’in son saldırısına (bu süreçte iki İranlı generalin öldürülmesine) yanıt verme kararı uzaktan da olsa şaşırtıcı mı?

Cenevre Sözleşmelerine göre “işgalci güç” altında yaşayan bir halkın işgalci güce direnme hakkı vardır. İsrail'in 1967'den bu yana Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ü kontrol ettiği, bu toprakları 700.000'den fazla yasadışı yerleşimciyle sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında, bunun bir "işgal" olduğuna pek şüphe yok. Direniş eylemleri elbette hâlâ savaş yasalarına tabidir ve Hamas ve diğer Filistinli gruplar İsrailli sivillere saldırdıklarında bu yasaları ihlal etmektedir. Ancak işgale direnmek meşrudur ve kuşatılmış bir halkın bunu yapmasına yardım etmek mutlaka yanlış değildir; İran bunu Filistin davasına derin bir bağlılıktan dolayı değil de kendi çıkarlarından dolayı yapmış olsa bile.

Benzer şekilde, konsolosluğunun İsrail tarafından bombalanması ve iki İranlı generalin öldürülmesinin ardından İran'ın misilleme yapma kararı, özellikle de Tahran'ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında, doğuştan saldırganlığın kanıtı sayılmaz. Aslına bakılırsa misilleme, İsrail'e kayda değer bir uyarı verecek şekilde gerçekleştirildi ve Tahran'ın gerilimi daha da artırmak istemediğinin sinyalini vermek üzere tasarlanmış görünüyor. ABD'li ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söylediği gibi, İran yalnızca "caydırıcılığı yeniden tesis etmeye" çalışıyor.

On yıllardır Orta Doğu'yu silaha “boğan” ABD'yi unutmayalım. İsrail'e her yıl milyarlarca dolarlık gelişmiş askeri teçhizat sağlıyor. Dahası İsrail’e ABD desteğinin koşulsuz olduğuna dair kesintisiz güvence veriyor.

İsrail'in Gazze'deki sivil nüfusu bombalaması ve aç bırakması, bu desteğin azalmasına ya da sarsılmasına neden olmadı. Yine bu koşulsuz destek, İsrail’in, Batı Şeria'da 1993'ten bu yana Filistinlilere ait olan en büyük araziye el koyma kararını açıklamasından da etkilenmedi. Yine Washington, Quito'daki Meksika Büyükelçiliğine Ekvador’un yaptığı son saldırıyı kınarken, İsrail’in İran konsolosluğunu bombalamasına ses çıkarmadı. Bunun yerine, üst düzey Pentagon yetkilileri destek göstergesi olarak Kudüs'e yöneldi ve Başkan Joe Biden, İsrail'e olan “sıkı” bağlılığının devam ettiğini vurguladı. Böyle bir durumda, İsrailli yetkililerin ABD'den gelen tavsiyeleri görmezden gelebileceklerini düşünmeleri şaşırtıcı mı?

Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğilimindedir ve bu konuda İsrail de bir istisna değildir. İsrail, Filistinlilerden daha güçlü ve İran'dan da daha yetenekli olduğu için, onlara karşı herhangi bir ceza almadan hareket edebileceğini düşünüyor ve genellikle de öyle yapar. Onlarca yıldır verilen cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail'in istediğini yapmasına olanak tanıdı; bu da İsrail'in bölgedeki siyasetinin yanı sıra Filistinlilere yönelik ve davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.

Eski Başbakan İzak Rabin gibi İsrailli liderler, Birinci İntifada (1987-1993) gibi, Filistinlilerin etkili direnişi harekete geçirebildikleri nadir durumlarda, uzlaşma ve barış yapma girişiminin gerekliliğini kabul etmek zorunda kaldılar. Ancak İsrail çok güçlü, Filistinliler çok zayıf ve ABD arabulucuları da İsrail lehine tek taraflı olduğundan, Rabin'in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma teklif etmeye istekli olmadı.

İran'ın Batı Şeria'ya kaçak silah aktarmasından hâlâ rahatsızsanız, durum tersine dönse nasıl hissederdiniz, kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye'nin 1967'de Altı Gün Savaşı'nı kazanarak milyonlarca İsraillinin sürülmesine yol açtığını hayal edin. Muzaffer Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilere "geri dönüş hakkını" kullanmalarına ve Filistin'in bir kısmında veya tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin vermeye karar verdiklerini hayal edin. Ayrıca, bir milyon kadar İsrailli Yahudinin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsedilmiş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayın. Sonra bir grup eski Irgun (Yahudi paramiliter örgüt) savaşçısının ve diğer katı Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve kurulan Filistin devletini tanımayı reddettiğini hayal edin. Dahası, dünyanın her yerindeki sempatizanlarından destek almaya devam ettiklerini ve bu destekçilerin, yeni kurulan Filistin devletindeki yakın yerleşimlere ve kasabalara saldırıda kullanılmak üzere bölgeye kaçak silah sokmaya başladıklarını düşünün. Dahası Filistin devletinin buna bölgeyi ablukaya alarak ve bombalayarak karşılık verdiğini ve bu sınırsız bombardımanın binlerce sivil İsraillinin ölümüne yol açtığını varsayın.

Bu koşullar göz önüne alındığında ABD hükümetinin hangi tarafı destekleyeceğini düşünüyorsunuz? Gerçekten ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar açık ve bu, ABD'nin mevcut çatışmaya tek taraflı yaklaştığını çok iyi anlatıyor.

Buradaki trajik ironi şu ki, ABD'de İsrail'i eleştirilerden korumak ve ne yaparsa yapsın İsrail'i desteklemek için yönetimleri zorlamak konusunda en ateşli olan kişi ve kuruluşlar, aslında yardım etmeye çalıştıkları ülkeye büyük zarar veriyorlar.

Son 50 yılda ABD ve İsrail arasındaki “özel ilişkinin” nereye vardığını düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği meselesi çözülmeden kaldı. Bunun nedeni, büyük ölçüde söz konusu İsrail lobisinin ABD başkanlarının İsrail'e ciddi bir baskı kurmasını imkansız hale getirmesiydi. 

İsrail'in 1982'de Lübnan’ı düşüncesizce işgali (İsrail'in Batı Şeria üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmaya yönelik aptalca bir planın parçası), şu anda İsrail'i kuzeyden tehdit eden Hizbullah'ın ortaya çıkmasına yol açtı. Başbakan Binyamin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililer Hamas'ı gizlice destekleyerek Filistin Otoritesini zayıflatmaya ve iki devletli çözümü engellemeye çalıştılar, böylece 7 Ekim trajedisine katkıda bulundular. İsrail'in iç politikası ABD'den daha fazla kutuplaşmış durumda. Ayrıca İsrail lobisindeki çoğu grubun her fırsatta savunduğu Gazze'deki saldırılar, İsrail’in bölgede dışlanmış bir devlete dönüşmesine yardımcı oluyor. Pek çok Yahudi de dahil olmak üzere genç Amerikalılar arasında Gazze’ye yönelik destek giderek artıyor.

Bu berbat durum, İran'ın Filistin davasını savunmasına, nükleer silah sahibi olmaya yaklaşmasına ve ABD'nin onu izole etme çabalarının başarısız olmasına olanak tanıdı. Eğer Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilselerdi, İsrail'in kendisine verdiği büyük zarara yardım ettikleri için utanç duyarlardı.

Bugün İsrail'in eylemlerini eleştirenler (genellikle “Yahudi karşıtı, Yahudi düşmanı” olarak suçlananlar) aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olabilecek politikaları tavsiye ediyorlar. Bu tavsiyelere uyulsaydı, İsrail bugün daha güvende olurdu; onbinlerce Filistinli hâlâ hayatta olurdu; İran bombaya sahip olmaktan çok uzak olurdu; Ortadoğu neredeyse kesin olarak daha sakin olurdu. Dahası ABD'nin insan haklarının ve kurallara dayalı bir düzenin ilkeli bir savunucusu olarak dünya üzerindeki itibarı hala sağlam olurdu. Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı, İran'ın Batı Şeria'ya kaçak silah sevkiyatı için çok az neden olurdu. İranlı liderlerin, ancak kendi nükleer caydırıcılıklarına sahip olmaları halinde güvende olabileceklerini düşünmeleri için de daha az neden olurdu.

Ne var ki, ABD'nin Orta Doğu'ya yönelik politikasında yapısal bir değişiklik gerçekleşene kadar, bu umut verici olasılıklara ulaşılamayacak. İşin kötüsü, bizi buraya getiren hataların tekrarlanması daha muhtemel görünüyor.


Bu yazı Foreign Policy’de 15 Nisan 2024 tarihinde “America Fueled the Fire in the Middle East” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.

STEPHEN M. WALT

Harvard Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü. Foreign Policy yazarı.