×
İNGİLTERE

ANALİZ

Bölünmüş Krallık: Milliyetçilik Britanya’yı Parçalıyor mu? -II

Milliyetçilerin AB üyeliğine muhalefeti, göçmenlere karşı öfkeyle birleştirmeleri tesadüfi değil. Her ikisi de İngiliz büyüklüğünün yabancı müdahalesine teslim edilmesi olarak görülüyor. Fakat bu yaklaşım ülkenin kurucu temellerindeki çözülmeyi daha fazla öne çıkarıyor.
KRALİÇE II. Elizabeth’in ölümü, gecikmeli de olsa imparatorluğun çöküşüne işaret ediyor. Elizabeth 1952’de tahta çıktığında tebaası dünya nüfusunun dörtte birinden fazlasını oluşturuyordu. Öldüğünde ise Birleşik Krallık’ın çoğu vergi cenneti olan o bir düzineden fazla denizaşırı bölgesinden bir şey kalmadı. Kültürel imparatorluğun daha sembolik bir biçimini sürdürmenin uygun bir yolu olan İngiliz Milletler Topluluğu bile anlamını büyük ölçüde yitirdi. Avustralya ve Yeni Zelanda gibi önde gelen üyeler, 2021’de cumhuriyet olan Barbados’u takip ederek İngiliz hükümdarını devlet başkanı olmaktan çıkarmayı düşünüyor. İmparatorluk karnavalı artık en iyi ihtimalle nostaljik bir gösteriden ibaret. En kötüsü ve tartışmasız daha gerçekçi olanı ise yarım kalmış bir meselenin kâbusu: Köleliğin, ırkçılığın ve vahşetin bedeli. (Caroline Elkins’in "Legacy of Violence" / “Şiddet Mirası” adlı kitabı gibi yakın tarihli çalışmalar, "A History of the British Empire" / “Şiddetin Mirası: Britanya İmparatorluğu’nun Tarihi” gibi yakın tarihli çalışmalar, Birleşik Krallık’ın iyi huylu ve medeni bir sömürgeci imajını bu kadar uzun süre devam ettirebilmesine hayret etmemize neden oluyor). İskoç veya Galler milliyetçiliğinin cazibelerinden biri de bu uluslar ile emperyalizm suçluluğu arasında yarattığı mesafe: Utanç Birleşik Krallık’a atfedilebilir ve krallıktan uzaklaştıkça bu utançtan sıyrılmak mümkün olabilir.
 
Protestan kimliğine gelince, 2021 İngiliz nüfus sayımı önemli bir farkındalık sağlıyor. İlk kez, ülkenin 67 milyon vatandaşının yarısından azı (yüzde 46’sı) kendilerini Hristiyan olarak tanımlıyor; bu oranın 2001’de yüzde 72 seviyesinde olduğu düşünülürse süreç şaşırtıcı bir düşüşe işaret ediyor. Protestanlar ve Katolikler arasındaki tarihi bölünmeyi bir kenara bırakın; temel Hıristiyan kimliği artık Britanyalılığın bir işareti olarak görülmüyor.
 
Birleşik Krallık’ın 1980’lerdeki başbakanı Margaret Thatcher, sendikalarla birlikte Britanya’nın sanayi temelini de derinden sarsmıştı. İktidarda olduğu on yıl boyunca imalat üretimi Fransa’da yüzde 21, Japonya’da yüzde 50 ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzde 17 arttı. Birleşik Krallık’ta ise yüzde 9 oranında düştü. Bu düşüş, Birleşik Krallık’ın endüstriyel bir güç merkezi olarak itibarının bir daha asla toparlanamayacağı kesin bir çöküşü başlattı. İmalat artık ülkenin ekonomik çıktısının yüzde 10’unu ve istihdamının sadece yüzde 8’ini temsil ediyor.
 
Thatcher’ın gündeminin önemli bir maddesi olan örgütlü emeği kırmak bir zaferdi. Ancak bir diğer maddesi olan İngilizliğin yeniden vurgulanması uzun vadeli bir sorundu. Soğuk Savaş hala baskın bir anlatı olduğu sürece, Thatcher’ın Britanya’yı Berlin’den Falkland’a kadar düşmanlarla yüzleşen savaşçı bir ulus olarak yansıtması, endüstriyel gücün gerçek kaybını telafi etti. Efsanevi bir şekilde militan bir Britanyalılık, düşüşün günlük deneyimini maskeleyebilirdi. Ama sadece bir süre için. Thatcher aynı anda hem İngiliz ulusal kimliğini pompalıyor hem de toplumsal temellerini aşındırıyordu. Zamanla bu çelişkinin Birleşik Krallık’ın sürdürülmesi üzerinde sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Thatcher işçi sınıfının siyasi tabanını bombardımana tuttuğunda, ikincil hasar, bir zamanlar güçlü olan ortak aidiyet duygusunun artık büyük ölçüde aşınması oldu. İngiltere, İskoçya ve Galler’de çok sayıda insanın aynı işi yaptığı, aynı sendikalara üye olduğu ve aynı partiye (İşçi Partisi) oy verdiği ortak kültür neredeyse yok oldu.
 
Bu yüzyılın başından beri Britanyalılığın prestiji İskoçya, Galler ve (daha karmaşık şekillerde de olsa) Kuzey İrlanda’da ortaya çıkan yeni güç merkezleriyle rekabet etmek zorunda kaldı. Tony Blair’in 1997’de seçilen İşçi Partisi hükümeti, Edinburgh, Cardiff ve Belfast’ta devredilmiş yönetimlerin kurulmasının en ateşli İskoç, Gallerli ve İrlanda milliyetçileri hariç herkesi yatıştırmak için yeterli olacağı üzerine kumar oynadı. Yine de en azından İskoçya ve Galler’de, bu seçilmiş meclislerin ve hükümet gibi davranan bakan ve liderlerin varlığı, Londra merkezli elitlerin ulaşamayacağı, kendi gündemleri ve söylemleri olan önemli siyasi alanların var olduğu hissini uyandırdı.
 
Bu arada ihtişamlı İngiliz ordusu da nihayet parıltısını yitirdi. 2003’teki Irak işgali sırasında ABD Başkanı George W. Bush ile omuz omuza duran Blair, Thatcher’ın yaptığı gibi askeri zaferi ortak bir İngiliz vatanseverliği duygusunu pekiştirmek için kullanabileceğini hayal etti. Ancak Bush’un savaşlarının yarattığı büyük felaket içinde bile Britanya’nın deneyimi, kibir ve düşmanlığın keskin bir hikayesiydi. 2016 yılında, Irak savaşına ilişkin resmi soruşturmasını açıklarken, kariyer sahibi devlet memuru John Chilcot İngiliz gücüne ilişkin açık bir değerlendirme yaptı: “2006’dan itibaren, Birleşik Krallık ordusu Irak ve Afganistan’da iki kalıcı harekât yürütüyordu. Ancak bunlar için yeterli kaynağa sahip değildi.” Chilcot, İngiliz güçlerinin kendilerine saldıran aynı yerel milislerle anlaşma yapmak zorunda kaldığı Basra kentinde ülkenin “aşağılayıcı” görünümünü tasvir etti. Bu acı verici başarısızlıklardan sonra, askeri gücü Britanyalılığın cazibesinin bir parçası olarak görmek artık mümkün değildi. Birleşik Krallık şüphesiz hala önemli askeri ve istihbarat kapasitelerine sahip. Eski Başbakan Boris Johnson’ın Ukrayna’ya verdiği maddi ve manevi desteğin savaş üzerinde gerçek bir etkisi oldu. Ancak Truss’un askeri bütçeyi GSYH’nin yüzde 3’üne çıkarma vaadinin, talihsiz başbakanlığıyla birlikte buharlaşması dikkat çekici. Muhafazakâr şahinler arasında bile, Londra’da yenilenmiş küresel askeri güç fantezileri neredeyse hiç talep görmüyor ve yabancı sahalardaki silah ihtişamının iç cephedeki çatlaklarını bir daha örtebileceğine dair hiçbir belirti gözükmüyor.
 
Dağınık İngiltere
 
Brexit kısmen İngiliz gücünün azalmasını telafi etme girişimiydi. Eski Muhafazakâr kabine bakanı Jacob Rees-Mogg’un Ekim 2017’de partisinin konferansında çerçevesini çizdiği gibi, Brüksel’den kopuş İngilizlerin kıtadaki tarihi zaferlerinin bir devamı olacaktı: “Bu Waterloo! Crécy! Agincourt! Bütün bunları biz kazandık!” Ama hepsini değil. Brexit ile Avrupa Birliği’ne karşı büyük bir psikolojik zafer amaçlandıysa da Britanya’nın kitlesel yanılsama siyasetine karşı bağışıklığı olduğu düşüncesini ortadan kaldırdı. Avrupa’dan ayrılmanın Birleşik Krallık’ın uzun vadeli ekonomik sorunlarını hem daha derin hem de daha akut hale getirdiğine dair kanıtlar artarken, Brexit referandumundan bu yana geçen altı yıl içinde beş farklı başbakan tarafından yürütülen siyasi süreç, Britanya’ya dair tüm sükûnet, yetkinlik ve tutarlılık kavramlarını yerle bir etti.
 
***
Brexit’in siyasi maskaralığının altında yoksullaşmanın sıradan trajedisi yatıyor. Londra merkezli Mali Araştırmalar Enstitüsü Direktörü Paul Johnson, İngiliz hükümetinin geçtiğimiz Kasım ayında son bütçe değerlendirmesini açıklamasının ardından, “Gerçek şu ki çok daha fakirleştik” dedi. Johnson, Brexit’in yanı sıra eğitim ve diğer sosyal yatırımlarda yapılan düşüncesiz kesintileri de içeren ülkenin son dönemdeki felaket politikalarını “kendi kalesine gol atmaya” benzetti. Ülkenin kamusal harcamalarla ilgili bağımsız gözlemci kuruluşu Bütçe Sorumluluğu Ofisi’ne göre, yaşam standartlarının önümüzdeki iki yıl içinde yüzde 7 gibi endişe verici bir oranda düşmesi ve ülkenin ekonomik daralmasının neredeyse Rusya’nınkiyle aynı seviyeye gelmesi bekleniyor. Ülkenin bu zararı kendi kendine verdiği söylenebilir. Ancak bu noktada hangi ülke ve hangi ulusal benlikten bahsedildiği sorusu gündeme geliyor. Zira Brexit, İskoçya ve Kuzey İrlanda halkları tarafından kararlı bir şekilde reddedildi. Şimdi bu halklar, Brexit sonrasında gelen ekonomik çöküşün kendilerine İngilizler tarafından gereksiz yere dayatıldığını düşünmek için çok fazla nedene sahipler.
 
Gerçekten de en azından 1980’lerden bu yana, Birleşik Krallık’taki küçük uluslar Avrupa hakkında çok farklı düşünüyorlar. Birleşik Krallık 1973 yılında o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) katılmadan önce, neredeyse tüm milliyetçiler (İngiliz, Kuzey İrlandalı, İskoç ve Gallerli), Avrupa’yı kendi bireyselliklerini yok edecek, gelişmekte olan bir süper devlet olarak görüyorlardı ve korkuyorlardı. (1975 yılında Birleşik Krallık AET üyeliğinin devamı konusunda ilk referandumunu yaptığında SNP, Avrupa’da kalmanın “[İskoçya’nın] bir ulus olarak varlığına ölümcül bir darbe vuracağını” iddia etti.) Ancak AB genişledikçe ve çok dilli hale geldikçe, Birleşik Krallık’ın İngiliz olmayan seçmenlerine Londra karşısında yeni bir tür koruma sağlamaya başladı: Kendi çıkarlarını savunabilecekleri ve daha büyük güçlerin tahakkümü altına girmeden onlarla bağlantıda kalabilecekleri uluslararası bir yapı. Böylece, AB döneminde SNP, İskoçya ile kıta arasındaki ticari ve mesleki bağların hızla genişlemesini teşvik ederek geri kalmışlık imajından kurtulup kendisini modern, açık, kozmopolit ve Avrupalı olarak yansıttı.
 
İngiliz milliyetçileri ise tam tersine, egemenliğin Brüksel ile paylaşılmasını kendi üstün kaderlerine ihanet olarak görme eğilimindeydiler. Oldukça etkili eski kabine bakanı ve sağcı Parlamento üyesi Enoch Powell’ın 1977’de ifade ettiği gibi, “bu ulusun yapmadığı yasalara boyun eğmek”, “yakında uğruna ölecek hiçbir şeyimizin kalmayacağı” gibi akıllardan çıkmayan bir ihtimali gündeme getiriyorlardı. Powell’ın (ve eski Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi lideri Nigel Farage gibi siyasi mirasçılarının) AB üyeliğine muhalefetlerini, göçmenlere karşı öfkeyle birleştirmeleri tesadüfi değildi. Her ikisi de İngiliz büyüklüğünün yabancı müdahalesine teslim edilmesini temsil ediyordu.
 
***
Bu bağlamda, İngiliz milliyetçiliği günümüzde Birleşik Krallık içindeki diğer milliyetçi hareketlerden farklı bir konumda duruyor. Daha belirgin bir şekilde sağcı, göçmen karşıtı, geçmişteki büyük güçlere özlem duyan ve en önemlisi Avrupa'ya karşı eleştirel bir tutum sergiliyor. Ayrıca, kısmen Tony Blair döneminde İngiltere'nin siyasi kimliğinin göz ardı edilmesine yönelik haklı bir öfke de rol oynuyor. O dönemde İskoç, Kuzey İrlandalı ve Galli meslektaşlarına kıyasla, İngiliz kimliği siyasi arenada olumlu bir şekilde ifade edilmemişti. Genellikle belirsiz ve zayıf bırakılan İngiliz kimliğini yeniden canlandırma neden ve fırsatını Brexit referandumu sağladı. Bu durum Birleşik Krallık'ın gelecekteki birliği hakkında düşünen neredeyse hiç kimsenin göz önünde bulundurmadığı bir gerçekti: En etkili milliyetçi patlamanın Kelt bölgelerinde değil, İngiltere'nin merkezinde yaşanabileceği gerçeği.
 
Reform ya da ölüm!
 
Tüm bunların anlamı, Birleşik Krallık’ın kendini kurtarmak için hala bir şansı olabileceğidir. Her şey en geç Ocak 2025’te yapılması gereken bir sonraki genel seçimlerde İngiliz hükümetini kimin kuracağına ve bu hükümetin anayasal reform konusunda ne yapacağına bağlı olacak. Şu anki Başbakan Rishi Sunak özünde bir teknokrat ve kimlik politikalarıyla pek ilgilenmiyor gibi görünüyor. Yine de ekonomik gerçekler kötüleşmeye devam ederse, partisinin arkaik bir İngilizliği savunmaktan başka seçeneği kalmayabilir. İngiliz seçmenleri asi İskoçlara karşı sağlam durmaya ve mevcut siyasi düzen etrafında toplanmaya çağırarak bir şekilde yeniden seçim kazanan uzlaşmaz bir Muhafazakâr parti, yavaş bir çözülme sürecini ani bir krize dönüştürebilir. Derinleşen ekonomik durgunluğun ortasında ve Sturgeon’un İngiltere’deki Muhafazakar basın için zaten nefret figürü olduğu bir ortamda (Aralık 2022’de Rupert Murdoch’un tabloid gazetesi The Sun’daki bir köşe yazısı, onu seri katil Rosemary West’e benzetmişti), bazı Muhafazakarların İskoç ve Gallerli milliyetçilere karşı “vatansever” bir retorik savaşından gerçekten zevk alabileceğini hayal etmek zor değil. Ancak sonuç sadece bölünmelerin şiddetlenmesi ve Birleşik Krallığın sonunun hızlanması olacak.
 
Ancak şu anki en güçlü olasılık, İşçi Partisi lideri Keir Starmer’ın bir sonraki başbakan olacağı yönünde. Starmer, eski Başbakan (ve gururlu İskoç) Gordon Brown başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan İngiliz Parlamentosu’nu temizlemeyi ve seçilmemiş Lordlar Kamarası’nı “uluslar ve bölgelerden” oluşan seçilmiş ikinci bir meclisle değiştirmeyi öngören bir planı onaylamıştı. Söz konusu plan Brown’ın “ülkemizin gördüğü en büyük Westminster dışı güç transferi” olarak adlandırdığı şekilde yerel yönetimlere daha fazla yetki devretmeyi de öngörüyor. Starmer iktidarı elde ederse, onu başkasına verme konusunda o kadar hevesli olmayabilir ve bu reformlar bile Birleşik Krallığı kurtarmaya yetmeyebilir. Tamamen federal bir devlet yaratma fikri güçlü görünüyor. Nitekim bu fikir, eski Britanya toprakları olan Kanada ve Avustralya’da işe yaramış durumda.  Eğer 1995’te bağımsızlık için oy vermeye çok yaklaşan Quebec, daha büyük bir birlik içinde ayrı bir toplum olarak yerleştiyse, aynı şey İskoçya ve Galler için de mümkün değil mi? Ancak İngilizlerin, Winston Churchill’in KBO olarak adlandırdığı “devam ettirme, süreklilik” alışkanlığı, atalet için güçlü bir dayanak.
 
Birleşik Krallık, on sekizinci yüzyılda demokrasinin ilk biçimini hayata geçirdi. Zamanında yenilikçi ve ilerici olan bu model, daha yeni modellerle aşılalı çok oldu. Ancak ülke, en korkunç anakronizmleri bile terk etme konusunda son derece isteksiz davrandı. Ülkedeki en büyük dönüşüm Avrupa Birliği’ne katılmaktı ve bu, Brexit ile tersine döndü. Yönetim şimdi radikal bir şekilde yeniden tasarlanmış bir Birleşik Krallık ile mevcut durumu olduğu gibi devam ettirmek arasında önemli ve varoluşsal bir seçimle karşı karşıya. Eğer ikincisini seçerse, kendi yok oluşuna doğru sürüklenecek.


Bu yazı, Foreign Affeirs’de 21 Şubat 2023 tarihinde “Disunited Kingdom: Will Nationalism Break Britain” başlığıyla yayımlanmıştır. İlk bölümü daha önce yayınlanan yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Yazı kısaltılarak çevirilmiştir. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.