×
KÜLTÜR
26.01.2023
Çeviri: UĞUR ALTUNTAŞ

ANALİZ

Demokrasiyi Bozan Nedir? - II

Neoliberalizm, açık pazarları ulusal politikaların üzerine çıkarmayı başardı. Ancak bugün milliyetçi popülizm gibi beklenmedik bir tepkiye tanık oluyoruz. Trump’ın seçilmesi ve Brexit sadece açılış atışlarıydı. O günlerden bugüne etno-milliyetçilik her yerde su yüzüne çıktı.
2000’LERİN BAŞINA geldiğimizde Neoliberal düzenin meşruiyet kaybına neden olan şey, yalnızca büyük piyasa başarısızlığı değildi, aynı zamanda 2008’de yeni seçilen Obama yönetiminin hane halkları yerine bankalara ayrıcalık tanıyan iktisadi sistemi güçlendirme konusundaki ısrarıydı. Finansal türevlerin düşüncesizce resmi güvence altına alınması, bir yandan hükümetin 85 milyar dolarlık bir kurtarma paketini üstlenmesini zorunlu kılarken diğer yandan American International Group (AIG) yöneticilerine ikramiye ödemeleri yapmak gibi kamuoyunu provoke edici aşırı kararlarla sonuçlandı. Dahası bu noktada neoliberalizmin Ortadoğu’ya demokrasi getirmek gibi olumlu siyasi misyonu da bütünüyle başarısız oldu. 

Meşruiyet Kaybı

Gary Gerstle’ın anlatımına göre Neoliberal Düzen’in “parçalanması”, siyasi veya ekonomik olduğu kadar kültüreldir. Aşırı kültürel çöküş, Donald Trump’ın başkan olarak seçilmesini ve Amerika’nın iki ana siyasi partisinden birini tamamen ele geçirmesini sağlayabilecek tek şeydi. Gerstle, Trump’ı doğru bir şekilde hem neoliberal karşıtı (kapalı sınırlar) hem de neoliberal yanlısı (vergileri kademeli olarak azaltma) olarak tasvir ediyor.

Trump’ın bu tutarsızlıklara rağmen en kalıcı kurumsal mirası, Yüksek Mahkeme aracılığıyla federal yönetimin otoritesini zayıflatmaya yönelik orijinalist programın ilerlemesini sağlamaktı. Ancak Gerstle’ın da vurguladığı üzere orijinalist proje, Roe v. Wade’i bozan kararıyla kendisi için bir meşruiyet krizi yaratmıştı. Bu açıdan Yüksek Mahkeme, federal hükümetin gücünü sınırlamak adına, eyalet hükümetlerinin kişisel özerkliğin en mahrem meselelerine müdahale etmesini sağlayacak kapıyı yeniden araladı. 

Başkan Joe Biden, derinden kutuplaşmış bir Kongre’den bir dizi yasama zaferi almayı başarmış olsa da ne Trump’ın kendisi ne de onun demokratik kurumlara yönelik saldırıları ortadan kalkmış değil. Trump’ın aşırı narsisizmi ve entelektüel tutarsızlığı ona özgü olabilir. Ancak onun etno-milliyetçi tarafı Brezilya’dan Macaristan’a kadar tüm dünyada yankı bulmaya devam ediyor. Bu noktada 2016’daki seçimin hemen ardından İngiltere’nin Brexit referandumuna geldiği süreci hatırlamakta fayda var. 

Üç Perdeli Bir Tarih

Diğer taraftan Helen Thompson, milliyetçi popüliz konusunda ABD’nin pek de yalnız olmadığını göstererek Gerstle’ın okurlarına ufak bir teselli sunuyor. Thompson’ın Disorder adlı çalışması birbiriyle bağlantılı üç tarihi, ayrıntılı olarak takip etmektedir: Birinci Dünya Savaşı öncesinden günümüze enerjinin jeopolitiği; ABD tasarımı Bretton Woods sisteminin 1971’de çökmesinden bu yana uluslararası finans sistemi; kapitalist Batı genelinde demokratik kurumların aşınmaya başladığı güncel süreç.

Thompson’ın yaklaşımında enerjinin merkezi konumu, ekonomik büyümeyi güçlendirmek ve yaşam standartlarını yükseltmek gibi doğrudan ekonomik rollerle ilişkilidir. Ancak Thompson’un enerji merkezli bu yaklaşımında, petrol ve gazın genellikle en çok ihtiyaç duyulan sanayi merkezlerinden uzakta bulunuşunun da etkisi var. İngiltere’nin 1910’lardan sonra Ortadoğu petrolüne bağımlılığından 1970’lerde Almanya’nın Sovyet gazına bağımlılığına kadar, Avrupa uzun süredir ithal yakıt ve enerjiye ihtiyaç duyuyor.

Amerika’nın kendine özgü yerli enerjisi, yirminci yüzyılın ilk yarısında ekonomik üstünlüğe yükselmesine yardımcı olsa da küresel enerji siyasetinden tamamen kurtulabilmiş değil. Thompson’ın gösterdiği gibi ABD’nin gücü sıklıkla test edildi ve eksikleri görüldü. ABD başlangıçta hiçbir askeri varlık konuşlandırmadığı Ortadoğu’daki rezervlere Avrupa’nın erişimini garanti ettikten sonra, aynı rezervlere erişimin kendisi için de kritik derecede önemli olduğunun farkına vardı. Böylece 1973’teki petrol krizi, Gerstle’ın çalışmasının da merkezinde yer alan New Deal ile Neoliberal Düzenler arasındaki bağlantı noktası haline geldi.

Thompson uluslararası finansın son iki kuşak tarihine bakarken 1960’larda Londra’da Euro-Dolar piyasalarının yükselişinin altını çizmektedir. ABD düzenlemelerine tabi olmayan bankalarda tutulan dolar cinsinden mevduatların hacmi, Amerikan ödemeler dengesi açığıyla birlikte yükselmiştir. Bu yükseliş, ABD’nin mağlup Mihver devletlerinin endüstriyel geri kazanımlarına destek olması ve Johnson’ın Vietnam Savaşı’nı gizlice finanse etmesinin bir sonucu olarak da okunabilir. 

Thompson, ABD delegasyonunun John Maynard Keynes’in alacaklılara ve borçlulara yönelik işlemlerde uyum ve simetrik yaklaşım için yapmış olduğu çağrıyı reddetmesi nedeniyle, Bretton Woods’un başından beri çökmeye mahkum olduğunu iddia ediyor. Öyle ki Amerikalılar ülkeler arasındaki ödeme dengesizliklerini düzeltme yükünün yalnızca borçlulara yüklenmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldular. Ne var ki Amerika’nın dünyanın en fazla alacaklı devleti olduğu baskın konumu 25 yıldan uzun sürmedi. Doların 1971’deki devalüasyonunu iki yıl sonra OPEC’in radikal yeniden değerlemesi izledi.

Amerika İlerliyor…

Thompson’ın kitabının en etkili tarafı, Avrupa’nın kendisini kurumsal olarak tanımlamaya başladığı karmaşık süreci açıklaması. Kitap, Avrupa Ortak Pazarı’nın doğuşunu ve Avrupa Birliği’ne dönüşümünü, Almanya’nın birleşmesinden sonra avro bölgesinin inşasını ve bu tür karmaşık süreçlere özgü tüm gerilim ve çatışmaları titizlikle ele alıyor. Böylelikle Neoliberal Düzen’in, 2000’lerin başındaki Alman işgücü piyasası reformları dışında, Kıta Avrupası’nda nispeten sınırlı bir nüfuza sahip olduğu açıkça görülüyor.

Thompson, dünya ekonomisinin finansal ve politik evrimini sürekli olarak enerjinin merkezi rolüne bağlıyor. 

2008 küresel mali kriziyle birlikte Avrupa’nın toparlanma süreci hem enerji ekonomisi hem de neoliberal güç aktarımı nedeniyle yavaşladı ve tehlikeye girdi.  2011 yılında Jean-Claude Trichet liderliğindeki Avrupa Merkez Bankası (ECB), Çin’in artan talebi sonrasında petrol fiyatları tekrar varil başına 100 dolar üzerine çıkarıldığında, faiz oranlarını yükseltti. Avro bölgesi maliye bakanları, Uluslararası Para Fonu ve ECB’den oluşan Troyka, kriz sonrası zayıf güney üye devletlere kredi sağlamak için kurulmuştu. Bu üçlü oluşum, Washington Konsensüsü ilkelerini Avrupa’ya başarıyla taşıdı. Sağlanan mali destekler, mali disiplin ve piyasa liberalizasyonuna bağlı hale getirildi. Trichet’nin halefi Mario Draghi, ECB’nin avroyu kurtarmak için “ne gerekiyorsa yapacağını” ilan ettikten sonra bile neoliberal yaklaşım devam etti.

Demokrasi Kaygıları

Thompson’ın enerji siyaseti ve finansmanına ilişkin yoğun analizi, ABD ve Avrupa’da günümüzün demokratik kaygılarını ele almak için bizlere zemin sağlıyor. Onun başlangıç noktası, kolektif olarak kapitalist “Batı”yı oluşturan devletlerde oy hakkının kademeli olarak genişlemesidir. Thompson bize “bir kişi, bir oy” ve “bir dolar (veya pound/euro), bir oy” ayrıcalığına sahip kurumlar arasındaki gerilimin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
 
O halde ulus-devlet içinde ya popülist bir seçmenin zenginleri mülksüzleştirdiği bir “demokratik aşırılık” ya da oyların demokratik dağılımında servetin egemen olduğu bir “aristokratik aşırılık” potansiyeli her zaman vardır. Bu nedenle Thompson, Gerstle’ın New Deal Düzeni ile Neoliberal Düzen arasındaki karşıtlığını kendine özgü bir şekilde yansıtıyor. Hem altın standartı hem de neoliberal serbest sermaye hareketi altında, demokratik aşırılığın her zaman sermaye kaçışı tehdidiyle kısıtlandığını belirtiyor. Bununla birlikte ona göre, “1980’lerin ortalarına gelindiğinde … bireysel demokrasilerin geleceğini tehdit eden …  aristokratik aşırılık riskiydi.”

Neoliberalizm, serbest piyasayı ulusal politikaların üzerine çıkarmayı başardı. Ancak bugün milliyetçi popülizm şeklinde beklenmedik bir tepkiye tanık oluyoruz. Trump’ın başkan seçilmesi ve Brexit, bu tepkinin sadece açılış atışlarıydı. O zamanlardan bugüne etno-milliyetçilik her yerde su yüzüne çıktı. Bu nedenle Gerstle gibi Thompson da demokrasinin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği meselesini ucu açık bir soru olarak bırakıyor. 

Bu da bizi altı çizilmesi gereken son bir konuya getiriyor. Hem Gerstle hem de Thompson, iklim değişikliğini, ele aldıkları siyasi rejimlere karşı varoluşsal bir meydan okuma olarak tanımlıyor. Gerstle, “New Deal düzeninin asla bu tür varoluşsal bir soruyla karşılaşmadığını” öne sürerken, Thompson ise benzer şekilde fosil yakıtların ötesine geçerek yeşil bir geleceğe hızla geçebilme becerimiz olup olmadığı konusunda şüpheli bir yaklaşım gösteriyor. Yenilenebilir enerjiye geçişin nasıl finanse edileceği ve teşvik edileceği konusunda derin “dağıtım çatışmaları” öngörüyor. Şu an dünyanın yüksek fiyatlı fosil yakıtlara bağımlı olmaya devam ettiğini ve “henüz icat edilmemiş teknoloji üzerine bahse girmenin” bir kazanan çıkarmayacağını hatırlatıyor.

Roosevelt, Aralık 1941’de Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırısından önce bile Avrupa’nın savaşını, ABD’ye karşı varoluşsal bir meydan okuma olarak görmüştü. 1940 yılında yeniden seçilmesinin ardından barış dönemine ilişkin bir taslak oluşturdu. İngiltere ve Sovyetler Birliği’ne borç vermeyi içeren bir destek paketini onayladı. Bu noktada Thompson bize Batı demokrasilerinde, zenginler üzerindeki yüksek vergilerin ve daha büyük bir emek payının devlet tarafından desteklenmesinin yalnızca savaş bağlamında sürdürüldüğünü hatırlatıyor. O halde sorulacak soru şu: Siyasi liderler, hızlanan iklim krizini William James’in “savaşın ahlaki muadili” dediği şey olarak görüyorlar mı yoksa görmüyorlar mı?

Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı fosil yakıt fiyatlarında ciddi artışlara ve kritik enerji kıtlıklarına neden olmuş durumda. Artan iklim kaynaklı felaketler de dikkate alındığında bugünün kötüleşen koşullarının mevcut politika ve programların yenilenmesine yol açması beklenmeli. Amerika’nın absürt şekilde yanlış adlandırılmış Enflasyon Azaltma Yasası bu yöndeki küçük bir adımı temsil ediyor. Bunu diğerleri takip edecek mi? Edeceğini düşünmek bile güzel…


Project Syndicate sitesinde 16 Eylül 2022 tarihinde “What’s Breaking Democracy?” başlığıyla yayımlanan yazının ikinci kısmını Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.